Quantcast
Channel: Genç Adamsın (Cebinde Bulunsun)
Viewing all 59 articles
Browse latest View live

Gel

$
0
0


“Yanıma gel” demişti pembe çicekli mütevazi bir elbisenin içinde salınan güzel. Çocuk şaşkındı. Tekrar haykırdı kız: “Sevmiyor musun beni? Yanıma gel”

Çocuk, yıllardır karanlık bir dehlizde nadasa bırakılmış çığlığını salıverdi gün yüzüne bir anda. Ve “Yanına mı?” diyebildi. “Sen benim misin ki ben de senin olayım?”

Bu sefer şaşırma sırası gül goncalarıyla bezenmiş harikulade şemsiyesiyle ay ışığından saklanan güzeldeydi. Hiç reddedilmiş miydi şimdiye dek? Hayır kelimesini anlamlandırmak onun için çok zordu. Reddediş bir terk edişti ve terk edişler ancak “o” giderse vardı. Hiç tatmadığı o dehşetengiz duygu aksediverdi gönlüne: Korku. Cazibesinin çekim gücü mü azalmıştı yoksa hayat artık onun için de mi zorlaşmaya başlayacaktı? Bu kadar yakında mıydı dönülmez akşamın ufkundaki şafak sökmeleri? Düşündükçe başa dönüyor, başa döndükçe çıldırıyor, çıldırdıkça kayboluyordu. Düşünmeden cevap vermeliydi. Gençlik denen meçhul mefhumun en büyük getirisi düşünmemekti:

“Ben hep senindim”

Böyle bir yalan duymuş muydu çocuk hayatında acaba? Neydi yani, o alabildiğine muntazam ve muazzam tebessümün muamili, terennümlerinin altında egosuyla doğru orantılı büyüyen müthiş yalanlarını saklamış mıydı bunca yıl? Beklenmedik durumlarda beklenti sahibi bir filozof gibi insanları kandırmak için bugünü mü seçmişti? Reddedilmek bu kadar mı zordu yeşil gözlü güzeller için? Düşünmek hiçbir şeyi çözmüyordu maalesef. Düşündükçe kayboluyor, kayboldukça başa dönüyordu, başa döndükçe çıldırıyordu. Kederini kaderine gark edip soğukkanlılıkla dile geldi çocuk:

“Aşkın anlamı hiçbir lügatta yer bulmaz. Ve sen bunu asla bilemedin, bilemezsin”

Güzelin, gökkubbenin mavi tezahüründe kaybolan gülüşü, nefret tohumlarının ekildiği kasırga ovalarına dönüştü aniden. Bu ikinci terk ediş, reddediş raddesinin riyasında kaybolup gitti. Artık düşünmek bile bir kaçış noktası değildi. Bağıl bir bedduanın keşkelerinde buldu kendini ve “Tanışmaz olaydık” diye diye biçareliğe sığındı: “Keşke hiç bilmeseydik birbirimizi”

“Lanet olsun seni tanıdığım güne”

Dedi ve saldı kendini ölüme. İmkânı olsa kerelerce daha atlardı o uçurumun nicelerinden. Bundan sonra ne pembe çiçekli elbiseler görecekti o nazenin bedeni, ne de tekrar pembe çiçeklere uzanabilecekti gözleri. Toprağı mesken, kefeni esvap edineceği o malum yolculuğa çıkmak için acele etti güzel. Ve artık çok geçti.

Gördükleri karşısında utanmadan ağlayan çocuk şaşkınlığını gözyaşlarında eritti. ‘Kibre karşı kibir’le dertlerine derman bulmuş muydu şimdi? İnadını kırmanın nefse ağır geldiği anda yaşadığı gaflet onu bir ömür boyu vicdan azabından kahrolmaya yetecek kadar acı ve kedere boğmuştu sadece. Düşünmek için ne kadar geç kalmış olsa dahi “Böyle bitmemeli” diye sızlandı ve son sözünü söyleyerek merhumun davetine icabet etti:

“Yanına geliyorum”

safaret
safaret.blog.com

Article 3

$
0
0
her inişin bir çıkışı
her gecenin bir sabahı,
var biliyorum.
beni korkutan, telaşe eden şey şu;
ya buralar sabah kısmıysa hayatın?
..
bi ürperti geldi





Sirkeli Derviş

$
0
0

                Ben daha Mutezile ilan edilmeden, henüz sakallarım evrimini tamamlayıp kiremit kırmızısı rengini almadan, hatta Rusya’nın aslında o kadar da geniş bir ülke olmadığını anlamamdan çok çok önce, seksenler edasıyla tasarlanmış beyaz fayanslı bir holde dikiliyordum. 
                O yıllar genelde inanılmaz sıkıcı zamanlar olduğu için karşılaştığım her şeyde bir eğlence, sıkıntımı giderecek bir öge arama çabası içindeydim. Can sıkıntısı haliyle acıktırır insanı, o yıllarda yurtta kalan her erkek gibi aklımda tek bir düşünce vardı. Hayır hayır, diğeri : “Kileri patlatmak..”
                Işte bahsettiğim seksenler edasıyla döşenmiş fayanslı hol, nihai amacımda büyük önem teşkil ediyordu.Coğrafi konum itibariyle bu alanı ele geçirmiş olmak, mutfağı, kileri, hazırlık odasını ve yemekhaneyi en hakim bölgeden gözetleme fırsatı sunuyordu.
                Girer girmez kameraları tespit etmiş, tüm çıkışları saymış, korumaları saptamıştım. Gerçi koruma olarak sayabileceğimiz tek kişi, sırtı kapıya dönük bir şekilde patlıcan soyan aşçı abi idi ancak, tehlike tehlikedir. Aşçı abinin yine patlıcan yapma planını anladığımda kendisinden bir kez daha tiksindim. Daha sonraları bu kinimin aslında aşçı abiye değil, patlıcanın kendisine olduğunu acı bir tecrübeyle anlayacaktım.
                Neyse, hain planımı başlatmak üzere  aşçıya görünmeden kiler kapısına ulaşmam ve elimi kapının koluna atmamla hüsranlara garkolmam bir oldu. Kapı, kilitliydi..
                Teneke teneke peynirler, göz nuru zeytinler, ince ince kesilmiş salamlar, balçık balçık çikolatalar, tarihi geçmek üzere olan helvalar, yumruklarımla buluşmak için buzlukta asılı bekleyen koyunlar komple sahipsiz kalmıştı.Ne yapacaktım şimdi?
                Çaresiz, B planımı uygulamaya geçirmeliydim. O ana dek bu planımı hazırlamamış olduğumdan, önce kendimi sessizce ayıpladım. Kendimden yeterince utandıktan ve tiksindikten sonra, bir makine düzeninde çalışan beynime danışarak anında bir B planı üretip uygulamaya koydum.
                6 adım içerisinde aşçıya görünmeden yemekhaneye ulaşabilirsem, ekmek dolabını tırtıklayabilir, hatta bir çılgınlık yapıp ekmeğe tuz basarak akıl almaz lezzetler yakalayabilirdim.Tom Cruise edasıyla hesaptaki altı adımı dörde düşürerek aşçıya da görünmeden hışımla yemekhaneye daldım.Gözlerden uzak, münzevi bir kaçamak hayaliyle daldığım yemekhanede, aslında tek olmadığımı anlamam birkaç saniyemi aldı. O, oradaydı..
                Sol tekinin önü kopmuş kahverengi terlikleriyle, paçaları dizine dek kıvrılmış gri kumaş pantolonuyla, yeşil tişörtü, lacivert fuları, çerçevesiz gözlüğü, üçe vurulmuş saçları, yılların birikimiyle uzatılmış bıyığı, kızarmış yanaklarıyla bir çok şeyden “birey” olmak uğruna vazgeçmiş bir modern zaman dervişi olarak duruyordu karşımda.O; ulvi insan, Yavızz.. Elmas kod adıyla ortalıkta tanınmadan kolayca geziyor, hoşuna gitmeyen toplumsal doktrinlere cesurca köstek oluyor, gerekirse paçalarını indirip olaya birebir müdahil oluyordu.
                Onun hakkında çok şey söylenirdi camiada.Kimis eski bir Sovyet subayı olduğundan, kimisi  Çeçen direnişine bizzat elleriyle katkıda bulunduğundan bahsederdi. Bazıları da eski bir fabricator olduğundan, çocuklarını ve eşini başka bir fabrikatöre kaptırıp kendini bu sade hayata mahkum ettiğini söylüyordu. Tabi biz bunların hepsinin onun yaymaya çabaladığı dedikodular olduğunu biliyor ama saygımızdan dolayı ses etmiyorduk. Zira muhabbeti pek bir çekilir idi.Hele çay içmeyedursun, bazı akşamlar tek başına 3 termos çayı bitirir de hala çay sorduğu olurdu.  Tabi o geceler çaycılardan çok temiz bir dayak yer, pırıl pırıl olurdu. 
                Neyse, konuyu dağıtmayalım.Bu ulvi insan çok afedersiniz hayvan gibi bir ziyafet çekiyordu ekmek dolabının oradaki mermerin üzerinde.Ekmeklikten bulduğu en fiyakalı ekmeği mermere koymuş, yanına bir tabak maydanoz almış, tuzunu, karabiberini, limonunu eksik etmemiş, üstüne bir şişe de üzüm sirkesi açmıştı. Ben onu gördüğüm sırada bir tutam maydanoza limon sıkıp ağzına doğru götürmüştü. Beni görünce istemsizce aksırdı, yüzüm gözüm maydanoz, limon oldu. Ben orada kendisinden kısa bir süre tiksindim, ama geçti. Olur böyle kazalar.
                “Oooo Salih’im, sen mi geldin?” diye uzata uzata cümleler kurmaya başladı. Bir yandan da dişinde kalan maydonozları temizliyordu diliyle.“Gel buyur, ziyafetime ortak ol” diyerek maydonozları gösterdi. Patlıcan kadar maydanozdan da tiksindiğimi biliyor olacak ki sevmediğim şeyleri ikram etmeye çalışıyordu. Böylece tüm nevale yine ona kalacak, çılgınlar gibi tüketebilecekti.Gerçi ziyafet dediği şey de hiçbir insan evladının oturacağı bir sofra değildi.Ne ekmeği ekmek, ne maydanozu yemiş, ne limonu sarıydı.Sirke mevzusuna hiç girmiyorum zaten. Hangi aklı başında insan Sirke içer arkadaş?
                Ben bunları söylerken bir bardak sirke doldurup fondipledi bu ulvi insan.Bir oh çekip elinin tersiyle sildi ağzını. “Yarasın reis.” Dedim. Başıyla onayladı. Böyle sirke içe içe bu hale gelmişti zaten bu adam. İki gün ard arda sirke içemesin elleri titremeye başlar, ondan bundan sirke parası ister, taşkınlık yapardı.Ama yalan olmasın, Ramazan aylarında sadece salatanın içindeki sirkeyle yetinir, 30 gün başka yerde ağzını sürmezdi.Ara sıra arkadaşları onu bu huyundan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olamamış, topluluk içinde toplu olarak aşağılanmaya maruz kalmışlardı.
                “Bak!” dedi sol elinin işaret parmağını yukarı doğru tutarak. Gösterdiği yere baktım, tavan normal gözüküyordu.Daha sonra bu ifadeyi metaforik olarak kullandığını anladım.Kendisine bakmaya başladım.Bir taraftan bana bir şeyler anlatıyor, bir taraftan da bardağına sirke doldurmaya çabalıyordu. “Şu dünyada adam akıllı bir şey varsa o da dengedir koçum. Dengesiz oldun mu boku yedin.” Bardağı doldurunca tekrar fondipleyip ağzına bir tutam daha maydanoz atarak konuşmaya devam etti.
                “Mesela dersin ki hocam yanlışın var, filozoflar öyle demiyor.Başlatma lan filozofuna!!” Anlamıştım ki Elmas iyice kıvama gelmişti. Ama saygımdan ötürü dinlemeye devam ettim. O, bu süre zarfında kah maydonoz yedi, kah ekmek tuzladı, kah sirke içti. Ama anlatmaktan da geri durmadı.Filozof denen şeyin aslında bir 20.Yüzyıl sosyolojisi uydurması olduğunu, felsefenin 1950’lerde icat edildiğini, zaten filozof denen adamların çoğu sözünün dikkatli dinlendiğinde tutarsızlıkların gırla geleceğini, zaten anlattıklarının pek de matah şeyler olmadığını, yani kısacası filozofların alaynının şerefsiz olduğunu anlattı.
                Ben bunları duydukça ister istemez gaza geldim tabi. Bi de Elmas bunları sirkeli kafayla söyleyip filozofluk yapmaya kalkınca bende ister istemez bir otokontrol mekanizması olarak ağzının ortasına bir tane geçirme isteği uyandırdı. Ama saygımdan dolayı sabit kaldım, neticede otokontrol denen mekanizma Elmas’ın bünyede işlese çok daha demokratik bir düzen olurdu.Tüm saygımla dinlemeye devam ettim.Sonra farkettim ki zaten konuşmasını bitireli uzun bir zaman olmuş, maydanoz tabağını ekmekle sıyırıyor. “Çok haklısın abi.” Dedim. Ekmeği çiğnerken kafasını kaşıyarak “Bir parça daha sosyoloji okuması yapmalısın Salih’cim.” Dedi. Tekrar saygı duydum. Bu kadar saygı duymak beni kendimden tiksindirse de, bu durum uzun sürmedi. 
                Elmas da yediği maydonozlardan ve içtiği yarım şişe sirkeden dolayı yerinde kıpraşıp durmaya başlamıştı. “Abi izninle gideyim ben.” Dedim. “Bir parça da Hegel konuşsaydık?” dedi. “Felsefe tarihine hiç girmeyelim istersen abi.” Diyerek servisi karşılamaya çalıştım.Ancak kendini bu konuyu konuşmaya hazırlamış olacak ki sirke şişesini alıp aşçı abinin yanına, mutfağa yöneldi.Geleceğin yöneticisi, büyük düşünce adamı gözümde daha da küçülmesin, şahsi tiksinmem dünyanın saadetine engel olmasın diye kendisini takip etmemeye karar verdim.“Yolun açık olsun büyük insan!” diye arkasından seslendim.Duymadı.
                İştahım kaçtığı için ellerim cepte, yemekhaneyi normal adımlarla terketmeye başladım. Gözüm bir an mutfaktaki ikiliye takıldı. Elmas,patlıcanları doğramaya geçen aşçı abinin omzuna yanlamasına combine vuruşlarla masaj yapıyor, bir yandan da Hegel’den bahsediyordu.  İkiliden yine kısa bir süreliğine tiksindim ve girdiğim holden çıkarak vestiyerin önünde vakit öldüren çocukların yanına ulaştım.
                Bir pet şişenin kapağını çıkarıp sırayla kaleye geçmek suretiyle kapağı duvara fırlatıp kafayla, ayakla, taklalarla gol atma çabasında bir spor olan “kapak” sporunu icra eden gençlerden uzun bir zamandır tiksiniyordum. Kapağı atma sırasına sahip olanı elinde kapakla yakalayıp terliğimle kafasına vurarak elindeki kapağı almaya çalıştım.Yanaşmadı.Ağzına tekme attım, Verdi.Elimde kapak, aklımda felsefe tarihi, kulağımda Elması’ın öğütleri, vestiyere daldım. Arkamdan tekrar kapak sesleri yükseldi. Hepsinden tekrar bi tiksindim..

İzmarit

$
0
0
Words of wisdom değil lakin ;
Şimdi,

Bir çoğu okulda,bir çoğu da işinde.

Önceliği evine ekmek getirmek olan,yine de sokağın sertliğinden nasibini almış,semt aralarındaki ufak parklarda vakit öldüren adamların semtinde yaşamak,gördüğün en kötü rüyadan daha karanlık.90'ların çocukları komşunun ettiği kavgayı duyacak kadar ince duvarlı evlerde oturdu.Düşüncelerinizden veyahut dış görünüşünüzden yaftalanıp,çocukluğunuzu insanların size karşı çektiği ince çizginin üzerinde geçirmek ; ister istemez size hayata karşı tutarlı ancak sert olmayı öğretiyor.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Genç adamların dünyası ; küçük çocukların özendiğinden veya iş-güç sahibi orta yaşlıların azımsadığından daha derin.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Bizim ilk tanıdığımız sosyologlar ; Park banklarında çekirdek çitlerken ; hayatı bize anlatmaya çalışan abilerimiz veya yaşıtlarımızdı.Konuşmaları gerekmiyordu.Eğer birşey onlara uymuyorsa bakışlarından anlıyorduk.Eğleniyorduk,sıkılıyorduk,kavga ediyorduk ama hiçbirimiz eve dönmek istemiyorduk.Herkes çocuk olmanın verdiği sorumluluğun bilincindeydi.Bir çoğumuzun anne-babası ayrıydı.Kimse de bundan şikayetçi değildi.Durumun ciddiyetini ön göremiyorduk.Bizim için boşanmış aile ; haftaiçi ve haftasonu ayrı harçlık alma durumuydu.'' Bir çok kişinin ailesi boşanıyor,bi' sen değilsin ki ameaaa'' diyen 17'lik ergen kızlar ve babası SSK primlerini dışardan yatıran 18'lik delikanlılar bilmiyor ki ; Ailesi boşanmış bir çocuk,freni boşalmış bir araba gibidir moruk ; eninde sonunda bir yere çarpar. Ailenizin sizden beklentileri sanıldığı gibi 30 yaşından sonra değil ; 12 yaşından sonra başlıyor.İlkokulda sağlam bir altyapı ve öğrenilmesi zorunlu dil kuralları,Ortaokulda matematiğin ve tarihin başları,Lisede ise ilk sigaranın ve tarihin detayları.100 m2'lik evde bulamadığınız huzuru,2 m2'lik okul tuvaletlerinde bulduğunuz günler hani..

Bir sigara herşeyi unutturuyor

Ondan sonra bir' de üniversite işi giriyor tabi araya.Birçok insana şaşıyorum birader ben.Hem okuyup,hem çalışıyorlar.Hem de ortaokuldan beri.Bak çetelesini tut onların ; adam olacak olanlar onlar işte.2030'ların zenginleri,sert adamları ve bankacılıktan öte bir işte çalışmayı başarabilmiş bayanları.Hani işe gitmek için bineceği 90 kapasiteli ancak 20000 kişi aldan şehir içi otobüsünü durakta beklerken suratında kendi parasını kazanmanın,bir işte tutunmanın gururu ve hayatın onu yorduğu yüzünden ve sigara içişinden belli olan adamlar var ya ; onlar hani.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Son 2 senedir kendi halimi sorgularken,elde ettiğim sonuçlar benliğimi geri dönüşüm kutusu'na göndermeye yetti.Sağ tıkla ve sil hatta.21 yaşına kadar 3 işte çalıştım.Hepsi kısa dönem.Parasal sorunlar seni çalışmaya itiyor ne yazık ki.30 yaşıma geldiğimde ( ki istemiyorum ) ailesinin eline bakan bir adam olmaktan korkuyorum ben.Eğitim süresini uzatıp bir de tüm masrafları ailenize yıkmak,bütün hobilerinizin totalini ailenizden istemek,günlük ihtiyacınız olan parayı ailenizden almak siz de öyle bir sıkıntı yaratıyor ki ; sabahın s*kinde kalkıp yazı yazıyorsunuz.O derece birşey.Hayatınızı değiştirmek için yeniden bir başlangıç yapmak için veya artık hayat değiştiremeyeceğiniz b*ktan bir akışa girdiyse ; sona doğru biraz daha yaklaşmak için ; sevdiğiniz kızın kollarından ayrılıp,bir sigara yakıp,gecenin sonu mu yoksa sabahın başı mı diye düşündüğünüz karanlık bir saatte dışarı çıkmanız gerekiyor.Bankanın,Caminin,Pastahanenin,Hastahanenin,Postahanenin,Mezarlığın yolu da bir sokaktır moruk.Çıkın ve sokakları dinleyin.Yürürken hayatınızı ve en önemlisi sevdiklerinizi düşünün ;
Bir sigara herşeyi unutturuyor
Kulağımda Malcolm X'in,Martin Luther King'in,Tupac'ın,Biggie'nin sesi çınlarken ;

Moda Caddesi üzerinde,

Beşiktaş'ta okuyan,okul harçlığını çıkarmak için vapura kaçak binip iki yakada da mendil satan Ortaokul öğrencisi Ahmet

Nijerya'ya zengin dönmek için bir çok ülkeye gidip ; en son Yunanistan'dan Türkiye'ye gelerek saat satmaya Kadıköy'de devam eden ; Beyazıt'ta afrikadan gelen 15 arkadaşıyla bir arada kalan seyyar satıcı Ahmad

Moda'da oturan,yaşamaktan bunalmış,vasıfsız,dünyadan çıkış yolunu arayan başarısız TC vatandaşı ben ;
bütün dünyaya inat,homurdanan elitlerin bakışları arasında bir dal sigarayı dönüyoruz.İnanın moruk ;
Bir sigara herşeyi unutturuyor



Muhabbeti güzel ve mahcup adamlar erken öldüler. Yükleri ağırmış, ondan.

Reiseführer für Jugendliche Maenner

$
0
0

Leben In Berlin -1-
Konumuz Almanya olunca başlığımızı da afili olsun diye Almanca atmış bulunduk sayın blogseverler. Ama lisede hocanın anlattıklarına hafif bir kulak kabarttıysanız ya da Google Translate gibi popüler ama azıcık yanıltıcı bir seçeneği kullanırsanız başlığı ‘Berlin’de Yaşam’ olarak çevirmek mümkün. Konumuzu fazla dağıtmadan Berlin’e geri dönelim. İlk olarak şehre ayak bastığınız andan itibaren kendi ülkemizle Avrupa’yı kıyaslamaktan vazgeçmek lazım. (Havaalanında 5 taksiciden 4’ünün Türk olduğu istatistikleri bunu zorlaştırıyor tabii ki.)  Zira acı gerçeği belirtmekte fayda var. Maalesef değerli gençler, biz yarım asır geriden geliyoruz. Bu nedenden dolayı kıyaslamayı bırakıp şehrin güzelliklerine ve yapısına odaklanmakta şüphesiz hepimiz için fayda var. Bu arada ‘Abi inanır mısın, orda tüm taksiler Mercedes yaaaa.’ diyerek de bir klişeye imza atmayacağım. Çünkü bu geyik yıllardır bizi tüketmiş durumda. Ama yine de açıklık getirmesi açısından

Havaalanına indiğinizin akabinde dikkatinizi çeken ilk şey düzen olur. Şehir aynı düşlenen bazı ütopyalar gibi şaşmayan bir düzene sahip. Daha çok distopya da denebilir. Hatta Alman sineması kuruluşundan itibaren bu düzeni artı ve eksileriyle eleştirmiştir. 1927 Fritz Lang yapımı Metropolis filmi de bu düzeni komünist felsefede inceleyen Berlin’in ve Almanya’nın kült film örneklerinden sadece biridir. Dikkat çekici noktalardan biri de Almanlar bu düzeni koruma ve kollama işini severek ve isteyerek yapıyor. Her şey hiç durmayan bir saat gibi işliyor. Buna ekonomileri de dâhil. Bugünkü Avrupa Birliği’nin ekonomik krizinin etkilerini yine Atlas misali Hanslar ve Helgalar omuzlamış durumda anlayacağınız. İkinci olarak dikkat edeceğiniz şey ise ulaşımdaki bisiklet kolaylığı. Bisiklet için ayrı yollar ve de trafik ışıkları bunu doğrular nitelikte.

Bebek gezdirmek ya da grup ile kullanılmak için özel donanımlı bisikletleri de görmek mümkün. 

Hatta 6-8 arasında kişinin kullandığı bisiklet-bar tarzı modelleri de Oktoberfest haftasında ya da havanın güzel olduğu zamanlarda –ki bu oldukça zor bulunan bir zaman dilimi- görmek de mümkün, değerli okurlar. 

Eğer olur da kaybolursanız –ki tren aracılığıyla gelmişseniz muhtemelen olursunuz- endişelenmenize gerek yok. Genç jenerasyonun çoğu az-çok İngilizce bilmekte… Bilmeyene rastlarsanız da Türkçe konuşma olasılığı %90’lara vurabilir. Fakat yaşlı populasyonun fazla olduğu yerlerde adres sormak; bazen azarlanma, terslenme ya da küçümsenme reaksiyonları gösterebilir. Çünkü; aramızda kalsın, Berlin Duvarı’nın şehri ikiye ayırmasına tanık olan, komünist rejimin acıları içinde yoğrulan ve buna rağmen sanayileşme devrimini bir üst seviyeye taşıyan bu jenerasyon arada çok çok aksi ve çirkef olabiliyor. Hatta duyduk ki yüzünüze gülüp yanlış adres tarif edenleri bile varmış. Bu hareketin rövanşını İstanbul’da Sultanahmet’in yerini soran Alman turistleri Esenler’e hatta Beylikdüzü tarafına göndererek de alabilirsiniz. Ama en güzel çözüm, Iphone ya da Android işletim sistemli telefonlar için Deutsche Bahn ya da Bvg uygulamalarını indirmek olabilir. Diğer bir tercih ise 1969’da yapılan 368 metre yüksekliği bulunan Fernsehturm(Televizyon Kulesi) olabilir. Bu Berlin’in simgelerinden olan devasa kule şehrin her tarafından görülebildiğinden ona göre yön tayin edilebilir. Hemen altında ise diğer bir önemli meydan Alexanderplatz bulunur. Şu an bu kulenin tepesine çıkıp şehri panorama izlemek mümkün.

 Ayrıca merak edenler için evet duyduklarınız doğru; metro (Bahn) sisteminde turnike ile bilet sistemi yok. Metro sistemi –ki hemen hemen şehirdeki her yerleşim birimini kapsar- ile seyahat ederseniz kimse size binerken bilet sormaz. Fakat bunun Almanlar tarafından suistimal edildiği görülmemiştir. Şehir sakinleri değil kendileri için köpekleri hatta bisikletleri için bilet alanlar var. Lakin şehre yılda 6 milyondan fazla gelen –Berlin nüfusunun 3.4 milyon olduğunu varsayarsak yaklaşık nüfusun iki katına denk geliyor- turist kafilesi ve şehrin göçmen kitlesi bu sistemi suistimal etmek istediğinden metrolarda sivil kontrol görevlileri kol geziyor. Arkadaşlarınızla metroda sohbet ederken karşınızda size gülümseyen sevimli bir nine size bilet sorabilir ya da piercingler sebebiyle yüzü zor seçilen, siyahlar içindeki bir punk kitap okuyan bir gencin omzuna dokunup birden bilet isteyebilir. Ama genellikle bir durakta, biri vagonun sağ tarafından biri sol tarafından olmak üzere, iki görevli kontrole başlar. Çoğu zaman da bu iş saatlerine denk gelir. Eğer biletiniz olmadan bindiğiniz tespit edilirse 40 Euro cezası var. Bizim hala düşlediğimiz bu ulaşım sistemini, bizim darbe yaptığımız yıllar(1960lar)da oturtan Almanlar şehri yaşanması en kolay şehirlerden biri haline getirmişler. Ayrıca Almanya’da “Alman eğitim sistemine bağlı” bir üniversite öğrencisi iseniz bizdeki paso sistemi gibi Bvg kartı çıkarttırıp makul bir fiyata metroya 6 aylık bilet alabilirsiniz.   
Berlin mutfağına gelecek olursak; öyle bir şey yok. Sadece –onlarca çeşidi olan- Alman birası ve hot-dog var. Almanya’ya ilk defa 60larda gelen ve bu boşluğu çok iyi yakalayan vatandaşlarımız döner, kebap, lahmacun(Turkish Pizza), köfte ve bilumum Türk yemekleri ile senelik potansiyeli milyarlar olan bir sektör oluşturmayı başarmışlar. Berlin’in kimi zaman köşe başında büfe, kimi zaman restaurant olarak hemen hemen her yerinde dönerci bulmak mümkün. Ayrıca Meksika, Çin ve Fransız mutfakları da mevcut. Lakin dominant olan millet Türkler olmuş. Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak sos kavramı da burayla özdeşleşmiş durumda. Marketlerde de kendinizi ülkenize yabancı hissetmeyebilirsiz. “+Ayfer komme burada domates çok uygunmuş. –Nein Canan Abla, diğer yerde daha az.” gibi yarım Türkçe yarım Almanca diyaloglara da şahit olmak mümkün. Bu arada Berlin Avrupa’nın en ucuz şehirlerinden biri. (Elbette kendi kategorisiyle kıyaslıyorum gençler. Amsterdam, Paris, Roma gibi şehirlerle... Slovenya, Romanya gibi ülkelerin şehirleriyle değil.) Tabii ki alışverişte kendi ülkenizin para birimini unutacaksınız. Yoksa içinizden “Bu kahveyi 12 liraya mı içtim şimdi?” gibi serzenişlerde bulunabilirsiniz. 
Şehrin liberal anlayışına gelirsek, biraz da multicultural yapıdan olsa gerek insanlara saygı konusunda Berlin Nirvanaya doğru emin adımlarla ilerliyor. Sokaklarda; 60’larının sonlarında, saçını üçe vurdurmuş ve pembeye boyatmış teyzeler de görebiliyorsun, sakallı Arap adamlar da… Saçını başını dağıtmış mutlu mesut müzik dinleyen kızlar da var, takım elbisesiyle dosyalarını düzenleyen bir iş adamı da… Türbanlı bir teyzemizi çocukları okula götürürken de görüyorsunuz, metroda yavaş bir şekilde mızıkasına üfleyen zenciyi de…


 Kimse kimseyi yadırgamıyor, kimse kimseyi yargılamıyor. Başkalarının özgürlük sınırının içine girmediğiniz müddetçe, kimse sizi umursamıyor. Rahatlığı sokaklardan hissedebiliyorsunuz. Uyuşturucu kullanımı ve temini hemen hemen serbest… Avrupa’nın Amsterdam’dan sonra 2. en büyük gay populasyonuna sahip…  Punk akımını hala yürürlükte kaldığı nadir şehirlerden biri… Tüm bunlara rağmen toplumsal çatışmalara yer verilmiyor. Ya da olursa da bu çatışmalar şiddet seviyesine geçmiyor. Kısacası önyargıların olmadığı, dil, din ve ırk ayrımlarının yapılmadığı tam anlamıyla özgür bir şehir Berlin…
-Dipnot: Özgürlük demişken yine bir klişe olan ‘Almanya’da osurmak normalmiş abi, geğirenleri ayıplıyorlarmış.’diye bir geyiği kim çıkarmış, nerden çıkarmışsa bi gelsin konuşalım. Bu şahsı incelemesi için İsviçreli sosyologları göreve çağırıyorum. - 

 


…ve Güneş Batıdan Doğdu

$
0
0
-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

1. Karakol

- Evet, Hayrullah… İsmin çok uzun sana kısaca Hayri diyeyim ben.
- Tabi olur.
- Hahaha olurmuş, izin istediğimi mi sandın lan yoksa. Komik çocuksun Hayri… Kendinden bahset biraz bakalım? Necisin, ne yer ne içersin, derdin nedir?
- Benim anlatacak bi şeyim yok, beni buraya siz çağırdınız.
- Eylemde bağrınırken anlatacak çok şeyin varmış gibi duruyordun ama. Yanlış mıyım?
- Yanlışsınız.
- NE!?
- Yanlışsınız diyorum. Çünkü siz bana ana dilimde konuşma hakkı vermediğiniz için oradaydım ben. Hakkımı aramak uğruna bağırıyordum. İsyanım sizin gibilere bir şeyler anlatma derdi değil. Anlamayacağınızı biliyorum artık. Konuşma hakkımı istiyorum sadece. Bu doğal hakkımı talep etmem bile saçma ama, öyle işte. Gayet basit.
- Çok bilmiş bir havan var Hayri. Ukalaları hiç sevmem. Okuyor musun bakalım?
- Evet okuyorum.
- Nerede okuyorsun? O çöplükten bozma örgüt evlerinde mi?
- Dicle ünüverstesinde
- Hahaha daha okuduğun yerin adını söyleyemezken nasıl aldılar seni oraya anlat bakalım.
- Bu sizi ilgilendirmez.
- Bu beni sapına kadar ilgilendirir köpek!
- Bana köpek deme hakkınız yok.
- NE!? NE DEDİN AZ EVVEL SEN!.. Neyse. Neyse, tamam. Biraz ciddileşelim artık istersen Hayri, he? Söyle bakalım soyadının anlamı ne?
- Türkmen, müslüman türk demek. Biz İslamla tanışan bir türk soyundan geliyoruz.
- Türk soyu mu? Hahaha, türkün soyu mu olurmuş? Türkün soyu olsa bile anca köpeklere dayanır.
- Haddinizi aşıyorsunuz!
- Asıl sen ve senin gibiler eylem yaparak haddinizi çoktan aştınız. Şimdi kes sesini.
- Ben suçumun ne olduğunu merak ediyorum.
- Suçunuz gayet açık. Sen ve senin gibi nice itler anayasaya karşı gelip ülkeyi bölmek istiyorsunuz. Örgütlenip kıyâma kalkıyorsunuz. Sahipsiz mi sandınız lan bu memleketi? Size mi bırakacaktık, sahipsiz mi kalacaktı buralar ha itin dölleri?!
- Haddinizi aşmakta ısrar ediyorsunuz. Sonu kötü olabilir.
- KES KÖPEK!.. Şimdi, söyle bakalım Kemoyu seviyor musun?
- Efendim?
- Ne efendimi lan it! Sizi örgütleyen itin dölü Kemali seviyo musun sevmiyo musun kıvırma da söyle!
- İsimler ve kişiler halkların özgürlükleri yolunda yalnızca önemsiz birer ayrıntıdan ibarettir.
- Felsefe yapmayı çok seviyosun demek. Felsefe mi okuyosun lan yoksa sen?
- Bu sizi ilgilendirmez.
- SENİN YEDİĞİN TÜM BOKLAR BENİ İLGİLENDİRİR ANLIYOR MUSUN PİÇ KURUSU?!
- BU SEFER HADDİNİZİ ZİYADESİYLE AŞTINIZ. BENİM EN AZİZ GÖREVİM MİLLETİM UĞRUNA SAVAŞMAK VE ONUN UĞRUNA ÖLMEKTİR. VE BU SAVAŞTA ARTIK SİZ ÖLÜMÜ HAK ETTİNİZ!

Dedi ve beline gizlemiş olduğu soğuk silahın tetiğini çekip polis şefini alnının ortasından vurdu. Öldürdüğüne emin olmak için üç kez de göğsüne ateş etti. Silahın sesi kesinlikle yan odalara ve hatta dışarıya yayılmış olmasına rağmen Hayrullah, o anda, bunu aklına getirebilecek şuura sahip değildi. Telaşlandı. Kilitlendi. Daha önce hiç adam vurmamıştı ve öldürmenin, ölümün ne demek olduğuna dair bildiği tek şey daha çok küçük yaşlarından hatırladığı bir anı olan, köy muhtarının cenaze merasiminden ibaretti. “Haysiyetsiz kürt askerleri onu vurmuşlar”dı ve yaşının küçük olmasından dolayı ancak hayal meyal hatırlayabiliyordu bu olayı. Şimdi ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu çünkü daha önce birini öldürebileceği hiç aklına gelmemişti. Silahı taşımasının tek nedeni temkinli olmak istemesiydi. Sonra bir an şüpheye düştü. “Ya ölmediyse?” diye düşündü ve adamın nabzını kontrol etti. Tabi ki de ölmüştü, salak salak şeyler düşünmenin sırası mıydı şimdi? Hemen koridora çıktı ve birkaç adım uzaklıktaki tuvalete doğru koştu. Tuvalete girer girmez kapıyı arkasından kilitledi ancak dışarıdaki koşuşturmaları hâlâ duyabiliyordu. Polis şefinin ölüsünü yerde yatar halde gören iş arkadaşları feryat figan içinde “ölmüş, ölmüş!” diye bağrışıyorlardı.

Korkusundan ne yapacağını bilmediği gibi düşünemiyordu bile. Sadece olduğu yerde durmuş derin derin nefes alıyordu. Olayı hala aklı almış değildi. Bir anlık telaş ve öfkeyle bir adam vurmuştu. Adam öldürmüştü. Artık o bir katildi. Peki neden? Irzına, ırkına küfredildiği içindi elbette. Hem de bir değil iki değil üç kere yapmıştı maktül bunu. Katil falan da değildi çünkü davası uğruna, bir savaşta düşmanını öldürmüştü sadece. Savaşta her şey mübahtı ne de olsa, değil miydi? Hem Hayrullah onu uyarmış, bunu yapmaması gerektiği ona söylemişti. “Haddinizi aşıyorsunuz!”. Tüm bu kendini kandırmaca çalışmalarına rağmen şimdi, tabiri caizse, it gibi titriyordu.

Neden sonra, tuvaletin küçük pencerisini fark etti. Ancak buradan geçebilmesi için bir kedi kadar küçük olması lazımdı. O anki heyecan ve telaşının da etkisiyle pencerenin ne kadar küçük olduğunu fark etmedi, belki de umursamadı ve pencereyi açılması için zorlamaya başladı. Kafası düşünceler ve şüphelerle dolu haldeyken bir yandan nasıl buradan kaçabileceğini düşünüyor bir yandan da sadece şu anki durumundan kurtulmak için Tanrıya yalvarıyordu. Ve işin asıl enteresan tarafı ise, şimdiye dek herhangi bir Tanrının var olup olmadığını hiç düşünmemiş ve sadece reddetmiş olmasıydı. Şimdi ise bir Tanrıya muhtaçtı. Çünkü ona yardım edebilecek tek şey ancak o Tanrı olabilirdi. İster Allah desindi, ister Tengri, ister Budha, ister Marco Polo. Hissediyordu. Tanrının onunla olduğunu ve ona yardım edeciğini en derinlerinde hissediyordu. İşte, buradan kurtulacak ve kutsal davasına artık Tanrının gücüyle daha da kuvvetli bir şekilde devam edecekti. Bundan emin gibiydi. Hâlâ şüphelerle dolu kafasını dindirmeye uğraşıyordu. Derken kapının hemen ardından gelen sesler kulağına ilişti:

- Aç lan şu kapıyı şerefsizin evladı! Katil herif!

Bu sesler onu daha da telaşlandırmaya başladı. Ve bu telaşla tuvaletin penceresinin ancak hava alabilecek kadar açılan küçük penceresinin camına yumruğunu indirdi. Eli kan revan içindeydi. Ama o umursamadı. Cam neredeyse tuzla buz olmuştu ama pencerenin kenarlarında hâlâ kırık cam parçaları duruyordu.

- Korkak şerefsiz açsana lan kapıyı! Aç da sana dünya kaç bucakmış gösterelim!

Artık iyice ne yaptığından bihaber olarak o küçücük ve kenarlarında kırık cam parçaları bulunan pencereden dışarı çıkmaya yeltendi. Bir an tereddüt edecek gibi olduysa da hemen cesaret kaftanını giyindi ve Tanrının yardımını alacağından emin bir şekilde tüm vücuduyla pencereye yöneldi. Pencereden kafası ancak geçebildi. Fakat o kendini zorluyor, zorladıkça boynu daha da fazla acıyor ve o fark edemese de hızla kan kaybediyordu. Ancak bunu yapması lazımdı. İnsanlığın ona ihtiyacı vardı.  Dahası yaşamak istiyordu. Hayattan kâm almak istiyordu. Daha çok gençti. Uğruna savaştığı idealler namına ölmek mi? Amenna! Bu çok erdemli olurdu. Lakin şimdi olmamalıydı bu. Hayır, şu anda olmamalıydı. Bu iğrenç tuvalet olmamalıydı son perdenin sahnelendiği salon. Kendini zorladı, zorladı, zorladı… Artık boynundan akan kanlar tüm vücudunu sarmıştı ve kafasını o küçücük pencereden çıkarmaya dâhi mecali kalmamıştı. İşte, ölümün yolunu gösteren tabela görünmüştü ve geri dönüş yolları tamamen kapalıydı. Kendi idam fermanını, o polis şefini vurarak kendisi imzalamıştı, şimdi şimdi fark ediyordu bunu, ancak mâlesef artık çok geçti. Kendini öylece bıraktı. Pencereden salınan vücuduyla son nefesini vererek bu cehennemden bir kesit babındaki dünyaya gözlerini yumdu. Şimdi onu, ötelerde bir yerlerde, bu kesitin bir “asıl bütün”ü bekliyor olacaktı.

safaret
safaret.blog.com

Vapur Kalkıyor!

$
0
0
      Biz gerçekten çok acayip bir milletiz kardolar. Başka hangi millet güzel bulduğu, beğendiği bir şeyi, güzel sözler yerine kaba, argo sözcüklerle ifade eder? Hakkında yıllarca tartışılabilecek, çok enteresan bir konu bu.
Şahitlik ettiğim bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum;

-Yer: Kadıköy Beşiktaş İskelesi
-Saat: 08.14
-Kahramanlar: Ankaralı olabileceklerini düşündüğüm iki genç şahıs, bir köpek.
-Olay:
       Metrodan iner inmez sigara yakmıştım. Metro istasyonu ile iskele arasında 50 metre kadar bir mesafe vardı. Vapurun kalkmasına çok az bir zaman kalmıştı, ama ben sigaramı içmeye niyetliydim.
       İskeleye doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım. İnsanlar koşarak yanımdan geçtiler, vapura yetişmeye çalışıyorlardı. Ben, en son ilkokul 5. sınıfta koşmuş biri olarak bu olaya sıcak bakmıyordum, sigaramı çekeleye çekeleye yürümeye devam ettim. 6.30'da uyanmıştım ve hala uyuyor sayılırdım. Yürürken ayaklarımı hissetmiyordum, bacaklarım benden habersiz hareket ediyorlardı. O an bilinçli olarak yaptığım tek şey, sağ elimde tuttuğum "Camel" marka sigaramı -Camel ne güzel sigaradır arkadaş- içime çekmekti.
        Kaplumbağa hızımla iskeleye varmıştım. O 50 metre bana 5 kilometre gibi gelmişti, yorulmuştum. Nefes almakta güçlük çekiyordum. İnsanlar benim bu kötü durumumu fark etmiyor, bana sağlı sollu çarparak vapura koşuyorlardı. Sigaramı sıkı sıkı iki parmağımın arasında tutuyordum. Sigaram normal insanlara göre çoktan bitmişti ve yine onlara göre ben "sigaranın süngeri" denilen yeri içiyordum. Ben, dünyayı aldırmadan "sünger" içerken arkamdan bir teyzenin "Ay sen yeni mi uyandın tatlı şey?" dediğini duydum. Bana dediğinden adım gibi emin olarak arkama döndüm. "Teşekkür ederim teyzecim, o sizin tatlılığınız hihih" diyecekken gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğramıştım. Teyze, sol elini, pireli olduğundan adım gibi emin olduğum(yine) bir sokak köpeğinin başına koymuştu. Köpek tatlıydı, ben değil. Köpek pireliydi, ben değil. Okşanan, sevilen köpekti, ben değil. Üzülen bendim, köpek değil. Süngerimden çekebildiğim kadar büyük bir nefes çektim. Teyzeye ve köpeğe küfür ettim ve mutluluklar dileyerek, sigaramı(süngerimi) iskelenin girişinde bulunan, kül tablası işlevi gören şeyde söndürdüm, akabinde hayatıma farklı şekilde yön vermemi sağlayan o olaya tanıklık ettim.
         Saat 08.14 olmuştu. Saatim yoktu, bu yüzden iskelede asılı duran saatten bakmıştım saatin kaç olduğuna. 08.14! Vapur kalkmak üzereydi! Aman Yarabbi! Turnikelere doğru yöneldim, 5. sınıftan bu yana ilk kez koşuyordum! Kartımı çıkartıp, turnikeye doğru yönelttim. Tam bu sırada hemen sağımdaki turnikeden geçmeye çalışan o iki gencin konuşmalarına tanıklık ettim.
*Yazacağım argo sözcükler için şimdiden özür dilerim lakin olayın boyutunu anlamanız için ne duyduysam onu yazacağım.*
-Oha la?! Ne tatlı köpek o! Vapur kalkmayaydı mıncıklardık moruk.
-Hala ölmedi mi la bu it? He valla, amuha koduğumçok tatlı. Dönüşte eğer hala burada olursa amuha koruz kanki, rahat ol.
       
           Vapura binmiş, üst kattaki kapalı alanda oturuyordum. Midem bulanmaya başlamıştı, düşünüyordum. O genç, neden köpeğe sevgisini "ölmedi mi la bu it, amuha koduğum çok tatlı, amuha koruz kanki" gibi pis, iğrenç sözcüklerle ifade etmişti? Neden bir insan böyle bir yola başvururdu? O genç sapık mıydı? Ben mi anlayamıyordum? O teyze neden köpeği tatlı bulmuştu da beni bir boka benzetememişti? 21 Aralık günü kıyamet kopacak mıydı? İlk dönem kaç dersten kalacaktım? Akşam yemeğim için hala köfte var mıydı dolapta? Sorular beynimi kemiriyordu ve ben hiçbirine cevap veremiyordum. Dayanamıyordum, yerimden kalktım. Vapurun kıç tarafına doğru ilerledim. Etrafıma bakındım, sonunda çok açık bir şekilde onu gördüm,  telefonla konuşuyordu. Ağır adımlarla ona doğru ilerledim. Tam karşısında dikildim. Koltukta iki kişilik yer kaplıyordu çünkü hayvan gibi yayılmıştı. Gözlerimi gözlerine diktim, tip tip bakıyordum. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Yaptığıma hiçbir anlam veremediği her halinden belliydi, telefonunu kapattı. "Noldu evladım?" dedi. Avazım çıktığı kadar bağırdım: "Ben de seni tatlı bulmuyorum! Sarkmış her yerin lan! Şişkosun, yaşlısın, tatlı da değilsin! Pislik karı! İnşallah o köpek götünü kopartır!". Vapurda görevli olan iri yarı, pala bıyıklı, her daim güneş gözlüğü takan amca kafama tekme atınca bayıldım...

…ve Güneş Batıdan Doğdu – 2

$
0
0
-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

2. Mahkeme


- Adını söyle.
- Ahmet akşafak.
- Kaç yaşındasın?
- En fazla yirmiyimdir.
- O nası cevap lan, doğru düzgün cevap ver. Kaç yaşındasın?
- Yirmi.
- Yalan söyleme ulan!
- Adabınızı takının. Ayrıca, beni ne hakla mahkemeye çağırıyorsunuz? Neyin sorgusu bu?
- Bak sen hele şuna. Hem suçlu hem güçlü. Ulan hep aynısınız. Önce hiç utanmadan suç işlersiniz sonra da pişkin pişkin suçum ne diye sorarsınız.
- Öyleyse suçum nedir?
- Ölüm hakkında yazılar yazmışsın.
- Ee?
- Ne eesi lan it. Sen kimsin de ölüm hakkında konuşma hakkı buluyorsun kendinde. Hiç öldün mü ki ölümden bahsedecekmişsin hele?

Ahmet donakaldı. Hayatı boyunca böyle bir soruyla karşılaşmamıştı. Ölümü nereden biliyordu hakkaten? Öldürdüğü adamlar ona ölümü yaşatmış mıydı? Ölüm neydi mesela? İnsan neden ölürdü? Nasıllara cevap almak kolaydı. Nasılları öyle veya böyle öğrenebilirdiniz. Araştırmalar, ölçümler, incelemeler… Bir şekilde doğru veya yanlış bir sonuca ulaşabilirdiniz nasıllar için. Ama neden sorusunun cevabı hiç basit değildi. Nedenler’in cevapları hep gri kalırdı. Neden ölür insan? Neden öldürür? İnsan neden var? Nedenler zordu. Nedenler karmaşık ve giriftti her zaman. Belki de insan çok da bulaşmamalıydı nedenlere. Aklımızın da bir kapasitesi vardı ne de olsa. Nedense nedendi. Ölüm muhakkaktı, onu biliyordu sadece. Ama ölümü gerçekten biliyor muydu? Hiç ölmemişti. Zaten ölse yazamazdı. O zaman insanlık tarihi boyunca ölüm üzerine yazılan yazıların hepsi sadece varsayımlardan ve yalanlardan ibaret demekti. Çoğu yazıda ölümün soğukluğundan, acılığından, karanlıklığından dem vururdu insanlar. Ölüm hep korkunç gelmişti insanlara. Ölmek. Peki ölüme karşı bu önyargı nedendi? Neden ölenin arkasından ağlanırdı mesela? Sırf bu varsayımlar mıydı bunun nedeni? Yoksa çok daha derinlerde mi aramalıydı bunun sebebini?

Girmemeliydi bu konuya. Neden diye sormamalıydı. Ne zaman neden diye sorsa cevap alamaz, içi içini yer dururdu. Ama engelleyemezdi aklını. Neden? Sahi ya neden ağlardı insanlar ölenlere? Kim biliyordu öldükten sonra ne olduğunu? Kimdi bu cüretkâr cehaletin sahibi? Tadına bakmadığı bir yemeğin ne kadar kötü olduğundan bahseden insana inanılabilir miydi? Ancak gülünüp geçilirdi. Ölüm neydi peki? Nasıl bir şeydi? Yani biyolojik fizyolojik falan değil, gerçekten nasıl bir şeydi? Neler hissederdi insan ölünce? Ya da mesela ilk kim konuşmuştu ölüm hakkında? Kimdi o salak? Ve neden böyle bir şey yapmıştı. Dahası neden kimse ona dönüp “sen nereden biliyorsun da konuşuyorsun ki?” diye sormadı. Ahmet olsa sorardı. Hatta makul bir cevap alana dek de adamın peşini bırakmazdı. Ama bir düşününce “bu dünyada tek meraklı ve inatçı insan ben değilimdir ne de olsa” diye geçirdi içinden. Elbet birileri o salağa sormuştur bu soruyu. E peki cevabı neydi? Yani nereden biliyordu da konuşuyordu bu salak. Ya da salak değil de bilge mi demeliydi. Neyse ne. Neyse ne. Sonuca varamıyor ve sonuca varamadığı gibi hınç terler içinde kalmış, hakime ne cevap versem diye düşünüyordu şimdi. Dili beyninden hızlı hareket etti:

- Evet, ben öldürdüm.

Deyiverdi bir anda. Hakim, Ahmet’in neyden bahsetiğini anlamamıştı ama heyecanını gizleyemez bir hızla sordu:

- Ne? Kimi öldürdün lan?
- Hayrullah Türkmen ve Baran Özkürt’ü ben öldürdüm.
- Delirdin mi oğlum ne saçmalıyorsun? Baran Özkürt’ü Hayrullah dediğin şerefsiz şehit etti. Hayrullah Türkmen şerefsizinin de  olay mahalinde intihar ettiğini biliyorum. Senin kafan yerinde mi?

Ahmet şok olmuştu. Baran Özkürt’ü öldürüşü bir gün bile aklından çıkmış değildi. İlk maktülüydü o. Nasıl unutsundu? Sinir krizi geçirmişti ve sorgu odasında bir kez kafasına üç kez de göğsüne ateş edip öldürmüştü onu. Hayrullah denen adam değildi Baran’ın katili. Hem Hayrullah Türkmen’i de o öldürmüştü. Arkadaşının katiliydi o da, unutması imkansızdı. Evet olay mahalindeydiler, daha doğrusu olay yerine iki adım ötedeydiler. Tuvaletin kapısını kırdığı gibi içeri dalmış ve o itin kafasını tuvaletin küçük camına vurup oracıkta ölüme terk etmişti. Hayrullah’ın ne kadar suçlu olduğundan emin de olsa içindeki vicdan azabı bir gün bile dinmedi. O iki adamı da o öldürmüştü. Ölüm hakkında kestiği ahkamların tek kaynağı da öldürdüğü bu adamlardan kazandığını düşündüğü tecrübeydi. Ölümü bildiğini sanıyordu. Ta ki, o güne dek. O gün, yani bugün, hakim onun tüm malûmatını yerle bir etmişti. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Ve ne demeliyim diye düşünürken, birden bire, konuşmaya devam etti:

- Hayır delirdiğim falan yok. Ben öldürdüm diyorum. O iki adamın ikisini de ben öldürdüm. Şu ellerle öldürdüm. Katilim ben. Evet, artık bana katil diyebilirsiniz. Bu yükü bu güne dek nasıl taşıdım bilmiyorum ama artık yeter. BEN BİR KATİLİM! Şimdi cezam neyse çekmek istiyorum.
- Lan… Fesubhanallah (mübaşirlere dönerek) oğlum alın şu deliyi şurdan da psikiyatri bölümüne götürün, incelesinler bakalım derdi neymiş. Sıradaki zanlıyı da çıkarken gönderin gelsin.
- Hayır! Suçluyum ben! Ve suçumun cezasını çekmek istiyorum! Hem yalan söyledim hem de adam öldürdüm! Yalan söyledim evet! Kitaplarımda bahsettiğim “Ölüm” hakkında tek kelime dahi bilgim yok! Hepsi yalan! Hem büyük bir yalancı hem de şerefsiz bir katilim ben! Adi bir suçluyum! Cezam neyse çekmek istiyorum! ADALET YERİNİ BULSUN İSTİYORUM!

Bağırtıları kordorlarda yankılanırken bir anda artık mahkeme salonunda olmadıklarını fark etti. Sağda solda üniformalı onlarca, yüzlerce asker oradan oraya koşuşturuyordu. Bu, bir askeri mahkemede görülmesi gayet olağan bir manzaraydı. Ama Ahmet’in aklı başında o anda değildi. Bağrışmaya devam etti:

- Kim bu askerler? Burası adliye değil mi? Ne işleri var burada? Neden hiçbirinin silahı yok? Ülke işgal altında mı yoksa? Türkler devleti ele mi geçirdiler yoksa, cevap versenize adi herifler! Satılmış köpekler sizi! Neye karşılık sattınız ülkenizi söylesenize? Kaç para verdiler size he? Nası kandırdılar sizi? Allah hepinizin belasını versin! Bu ülkenin evlatlarının vebalini boynunuzda taşıyorsunuz şu an haberiniz ola! Benim gibi bir katil bile sizden daha ahlaklı işte! Utanın! Üniformalarınızdan utanın!

Birden bir askerin belinde bir silah olduğunu fark etti ve çabuk bir hareketle mübaşirlerin elinden kurtulup silahı askerinden belinden çekip aldı:

- Yaklaşmayın bana! Yaklaşmayın şerefsiz herifler! Ben bütün ömrüm boyunca ülkemin, milletimin onuru için yaşadım, anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz he orospu çocukları? Ne anlayacaksınız! Anlasaydınız satar mıydınız bu cennet vatanı! Alın başınıza çalın şimdi bu ülkeyi satıp da kazandığınız malınızı mülkünüzü! Ama bundan gayri şu çıkmasın aklınızdan: bir Ahmet ölür bin Ahmet doğar!

Dedi ve namlusunu kafasına dayadığı silahın tetiğini çekti. Beyninden parçalar sağa sola dağıldı. Boylu boyunca yere yığıldı. bordoya yakın bir kırmızılıktaki kanlar, taş zeminde anlamsız şekiller çizerek yayılıyordu. Ahmet. Ölümü çok merak ediyordu. Ve işte, ölmüştü. Hayırlı olsundu.


safaret
safaret.blog.com



Mevt-i Ebyaz'ül Mevâlid (Sudden Death of Nascents) - 1

$
0
0


1. Nâzım Mızna

- Kim var orda?
- …
- Kim var orda diyorum? Cevap ver!

Sessizlik depoya tamamiyle hakimdi. Çıt dahi çıkmıyordu ve Nâzım artık gerçekten rahatsız olmaya başlamıştı. Rahatsız olduğu kadar korkuyordu da. Fakat ne yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu. İçeride birisi olduğundan emindi. Ama bu alacakaranlıkta karşısına bir ayna koysalar kendini bile tanıyamazdı. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu sadece. Soluklarını iyice yavaşlattı ki eğer ufacık bile bir ses duysa o sese yönelebilsindi. Ama şu anda ses falan yoktu. Az önce tıkırdaşmalar duyduğuna yemin edebilirdi ama şu anda derin bir sessizlik her yanı kaplamıştı. Keşke tahmin ettiğim olmasa diye dua ediyordu içinden. Keşke gerçekten gaipten bir ses duymuş olsam ve tekrar gözetleme odasına geri dönsem. Rahatsızlığı artık bütün vücuduna sirayet etmişti ki birden arkasından, kapıdan sesler duymaya başladı:

- Lan!

Diye bağırdı ve silahını çektiği gibi karşısındaki belli belirsiz siluete ateş etti. Elini silahına yönelttiği ilk anda, karşısında gerçekten birisi var mı yoksa yine gaipten bir ses mi duydu diye bir şüphe vardı içinde. Ama tam silahı yöneltirken karanlıkların içinde kaçmaya yeltenen silueti fark etti ve kendisinden beklenmeyecek -hatta kendinin bile beklemeyeceği- bir hızla onu vurdu. Yere bir şeyin yığıldığını ancak hissedebildi ve korka korka elindeki fenerin ışığını yaktı. Enteresan giyimli bir adam elinde büyükçe bir ekmek bıçağıyla yere serilmişti. Beş on dakika önce deponun girişinde böyle bir adam dolandığını görse bunun değil bir hırsız, kaale alınacak bir adam olduğunu bile düşünmezdi. Sarı renkli mat bir pantolonun üstündeki mavi, pembe ve turuncunun mat tonlarının bir cümbüşü halindeki tişörtüyle bu adam ancak bir deli olabilirdi. Hatta belki de gecenin bu saatinde depoya sızdığına göre bir deliydi. Fakat elindeki bıçak ona değişik bir korkunçluk ekliyordu.

Bir an için bu adamın aydınlık bir yerde elindeki bıçakla karşısında dikildiğini hayal etti. Herhalde silahına yönelmek bir yana, hareket bile edemezdi. Ama işte onu vurmuştu. Adam yerde boylu boyunca uzanmıştı. Aciz olan kendisi değil, o adamdı. Belki de hayatında ilk defa bir şey başarmıştı. Sonra birden içine bir tedirginlik sızdı. Acaba diye düşündü ve elini adamın nabzına götürdü. Nabzı tabi ki de atmıyordu. Ölmüştü işte adam. Basbayağı ölmüştü. Hiç, bir adam öldüreceği aklına gelmiş miydi bu işe başlarken? Belindeki o silahı sadece süs olsun diye verdiklerini düşünüyordu. Ama kullanmıştı işe. Ve icraati karşısındaydı: ölü bir adam.

Neden sonra titreyerek kendine geldi. Az önce aklında dolanan hayalleri kendini terk etmiş, gerçeklikle baş başa kalmıştı. Bir adam öldürmüştü ve bu, herhangi bir insanın, hayatında alelâde karşılaşabileceği ve hatta karşılaşmak isteyeceği türden bir olay değildi. İrkildi. Nasıl yapmıştı hakikaten? Yaparken hiç zevk almış mıydı? Tabi ki de zevk falan almamıştı. Tamamen nefs-i müdafaa kapsamında bir cinayetti bu.

Bir cinayetti bu. Evet evet, bir cinayetti. Kanunlara göre haklı olan ne kadar kendisi de olsa bu yaptığı bir cinayetti. Bir cana kıymıştı. Hem de hiç tanımadığı, hiç konuşmadığı, bırakın konuşmayı sesini bile duymadığı bir adamın canına kıymıştı. Bir an bile tereddüt etmeden elini silahına götürüp vurmuştu onu. O anki soğukkanlılığı şimdi yerini sırtından akan soğuk terlere bırakmıştı. Adrenalinle dolu bir korku yaşıyordu şimdi. Korkuyordu. İliklerine kadar hissediyordu bunu. Bir insanın canını alma kudreti parmağının küçük bir hareketinde saklıydı, bunu hissediyordu ve bu onu ölümüne korkutuyordu.

Ölümüne korkuyordu. Ölümden korkuyordu. Ne kadar iğrenç bir şeydi ölüm. Mesela, eğer karşısındaki adam şimdi ölü olmasaydı şu anda onun yerinde ölü olan kendisi olabilirdi. Eğer o deli kılıklı hırsız ses çıkarmadan ona sokulmayı başarabilseydi… Aman Allah’ım! Bunu düşünmek bile, bir kere daha soğuk terlerin sırtından süzülmesine yetti. Kendine gelmesi lazımdı, bu boş ve anlamsız şeyleri düşünmeyi bırakmalıydı. Polise ve sonra da gerekli birimlere bu olayı bildirmesi lazımdı. Depodan sesler duyduğunu ve oraya gidip asayişi kontrol edeceğini iş arkadaşına söylemişti. İş arkadaşı artık endişeleniyor olmalıydı.

Tam telsizine doğru hareket edeceği anda durdu. Ona inanacak mıydılar? Bir câni değil de nefs-i müdafaaya başvuran bir aciz olduğunu onlara nasıl ispat edecekti? Önce bunu düşünmesi gerekmez miydi? Yaptıklarını tek tek hatırlamaya çalıştı. Depodan içeri girdi. Fenerini yakmadı, çünkü eğer içerde birisi vardıysa endişelenip ona ateş edebilir ve onu gafil avlayabilirdi. Sessizce ilerledi ve “kim var orada?” diye bir kez sordu. Ses gelmeyince sorusunu tekrarladı. Tekrar ses gelmedi. Biraz bekledi ve arkasından gelen tıkırtıları duyunca hemen arkasını dönüp silahına sarıldı ve karşısındaki hırsızı vurdu. Ama bir dakika! Hırsızın elinde bir şey çaldığına dair herhangi bir belirti yoktu. Ona inanmayacaklardı. Elinde bir şey taşımıyordu. Sadece ekmek bıçağı… Tabi ya! Adamın elinde ekmek bıçağı vardı ve ona doğru yöneliyordu. Eğer o hızlı davranmasaydı adam onu sırtından bıçaklayabilir, sakat bırakabilir, hatta öldürebilirdi! Buna göz yumamazdı. Bu yüzden silahına sarıldı. Tabi, silahına sarılmasının tek nedeni buydu. Evet, artık ona inanırlardı.

Peki ya adamın elinde bıçak olmasaydı, o zaman ne söylerdi ki? Ya adam yanlışlıkla buraya girmiş bir deli olsaydı ve Nâzım onu vurmuş olsaydı? Hatta ya gerçekten öyleydiyse? Bunu düşünmek bile istemiyordu aslında ama bu da olabilirdi. İşte o zaman gerçek bir katil olurdu. “Zanlının, kasten adam öldürmek suçundan on yıl hapis cezasına çarptırılmasına…” Bu dehşet olurdu. Bunu ne eşi, ne çocukları, ne de kendisi kaldırabilirdi. Ama böyle bir durumda da kasten adam öldürmüş sayılmayacaktı elbette. Yanlışlıkla. Tamamen yanlışlıkla olmuş olurdu. “Zanlının, sehven adam öldürmek suçundan iki yıl on ay hapis cezasına çarptırılmasına…” Bu bile berbattı. Her halükarda suçlu olmuş olacaktı. Ama şu anda suçsuzdu, masumdu. Ucuz kurtulmuştu. Ancak ucuz kurtulmuş olması bir adam öldürdüğü gerçeğini hâlâ değiştirmiyor, bu gerçek de ecel terleri dökmesine neden oluyordu.

Elindeki silahı incelemeye başladı. Silah soğuktu ve hiç sevimli bir şekli yoktu. Bu sevimsiz şey “sayesinde” bir adam öldürmüştü. Daha doğrusu, bu sevimsiz şey “yüzünden” bir adam öldürmüştü. Bir an için kendini de vurup kafasından bu düşünceleri atmak istedi. Silahı kafasına dayamaya yanaştı, fakat duraksadı. Bu saçma sapan düşüncelerden sıyrılması ve bir an önce işine dönmesi lazımdı. Lakin beynini durduramıyordu. Elinde değildi. Yeter! Yeter! Yeter!

- Nâzım asayiş berkemâl mi? Silah sesi duydum.
- …
- Nâzım? Bir sorun mu var?
- Bi adam öldürdüm Hamit. Artık ben bi katilim.

Devam edecek…

safaret 
safaret.blogspot.com
safaret.blog.com

Bir Casus Hikayesi

$
0
0

            Sene 1972, Şahin’le birlikte Eminönü’nde martılara simit atıyoruz. CIA için çalışıyorum o zamanlar, tabi soğuk savaşın da en güzel yılları. Yapacak çok bir iş yok o hafta, Moskova’dan gelen bir subay vurulacak, tanık bırakılmayacak.  
İş basit ama Şahin adamın sadece topuklarına sıkmakta kararlı. Resim çizer gibi imza atıyor pezevenk.  Son on-on iki görevdir adamakıllı kimseyi öldüremedik. Kremlin Sarayı’nın çevresinde topallayarak yürüyen ne kadar asker, bürokrat varsa Şahin’in işidir o bilesiniz. Savaşı psikolojik buhranla çökertecekmiş. Çocuk gelişimi okuyan adamı casus yaparsan olacağı o zaten. Varsa yoksa psikoloji anasını satayım.
Zeytinburnu’lu olduğunu da illa belli edecek ibne. Çatıştığımız her yere once tespih atıyor adam. CIA  ajanı mıyız, mekan basan Aksaray mafyası mıyız anlamıyorum. Bu dengesiz adam ne diye çocuk gelişimi okumaya başlamıştı onu da anlamadım da neyse, mevzu bu değil. 

(70'lerde çakı gibiyim tabi)

Oysa ne hayallerim vardı, ne triplerle girmiştim casusluk dünyasına. Adeta birer Bond olacaktık. Sonra Şahin’le tanıştım işte. Zeytinburnu’nda oturan, çekik bir Kazak’tı Şahin. Bütün sülalesi dericilikle uğraşıyormuş. Casus  olmasaymış deri tabakçısı olacakmış, Bir de sırıta sırıta anlatmıyor mu bunları, deli oluyorum. Ne dünya politikası, ne kızışan ikili ilişkiler umurunda değil adamın. Tek derdi sigortasının vaktinde yatması. Geçenlerde muhasebeye gitmiş bizim Jack’i sıkıştırıyor. “Banane kardeşim CIA bu aralar sıkışıktaysa. Benim param yatacak, sigortam günü geldi mi ödenecek. Bütün akrabaları yığayım mı buraya onu mu istiyorsunuz?” diyor.

(Operasyon'ların çoğu Taksim'de oluyor takdir edersiniz ki.)

CIA’in İstanbul binası Karaköy’de o sıralar.İthalat-İhracat şirketi olarak görünüyoruz, tutup kapıya CIA tabelası asacak halimiz yok. Baktım Şahin’in akrabaları şirkete sık sık gelip gitmeye başladı. Gelen kamyonetin,  giden kolinin haddi hesabı yok. Sordum Şahin’e, “koçum ne ayaksın?” diye.“Abi baktım şirket kuzu gibi yatıyor, boşuna duruyor.Hazır kirası da tıkır tıkır ödenen mis gibi bina, bari akraba hısım nasiplensin diye Rusya’yla deri ticaretine başladım.” Dedi.
Soğuk savaşta Rusya’yla deri ticareti yapan  CIA  ajanı bir ortağım vardı yani dostlar. İşin garibi, Şahin’in işler büyüdükçe büyüdü, o 3 koli gönderdikçe onlar 10 koli istediler, o 20 koli gönerdikçe onlar 50 koli istediler. Böyle böyle katlandı iş. İş bu derece büyürken bizimkiler niye kıllanmıyor diyordum ki Şahin’in bölüm şeflerini de, saha ajanlarını da, bölge sorumlularını da deri ticaretine ortak ettiğini farkettim.
Koskoca istihbarat birimi kendini olmayacak hallere sokmuş, adeta gerçek bir tükan, bir şirket gibi çalışmaya başlamıştı.
Yedi dil bilen savaş stratejistimiz Bulgaristan’daki tır şoförlerine malların gideceği yolu tariff ediyordu.  Dünya üzerinde üretilmiş tüm silahları kullanabilen mekanize subayımız fermuar seçimi yapıyordu,  en az iki dövüş sanatında uzmanlaşmış, her türlü ölümcül durumdan sıyrılabilecek şekilde eğitilmiş ölüm makinesi saha ajanlarımız doğu bloku ülkelerinin sokaklarında deri ceket, çanta, cüzdan satıyordu. 20.yüzyıldaki neredeyse bütün devrimlerin, savaşların içinde bulunmuş Ortadoğu Bölge Sorumlumuz şirketin önüne bir iskemle atmış, Karaköy’deki nalburlarla tavla atıyor, onlarla birlikte çay içiyordu. Hepsi ticaretin bağımlılık yaratıcı dünyasına çekilmiş, gerçek dünyayı arkalarında bırakmışlardı.
Bense, hepsinden teker teker tiksinmeye başlamıştım çoktan.
Bizim ekip böyle aylaklık ederken, Ruslar yavaştan yavaştan durumu çakmaya başlamışlardı. Ofiste işini düzgün yapan bir ben, bir de çaycı Cemşit Abi var, ama Cemşit Abinin dünya politikası üzerinde pek bir etkisi yok açıkçası. Her hafta ofisi gözetlemeye gelen bir Rus ajanını paketleyip Polonezköy’e gömüyorum, takdir edersiniz ki yorucu iş. Ağzına çaput tıktığım İvan’ın Isaac’in haddi hesabı yok.
Baktım bu böyle olmayacak, ne Ruslar öldüre öldüre bitecek, ne bizimkiler bu ticaret sevdasından vazgeçecek.Topladım bizim mahalleden bir kamyon adam dayadım Karaköy’e. Cemşit Abi hariç CIA’in İstanbul ofisinde çalışan kim var kim yok bi temiz dövdük. Şahin’in akrabalarını da Laleli’ye kadar püskürtmeyi başardık. Böylelikle ofisin manevi bekçisi olarak ben rahat bir nefes alırken, Doğu bloku ticareti işleri de Laleli’ye kaydırılmış oldu.Bana sorarsanız dünya tarihine yaptığım en büyük katkı budur.
O günden sonra ofiste herkes bana farklı bir gözle bakmaya başladı, yanına korka korka yaklaşılan bir adam oldum. Neyse ki herkes işinin başına döndü, biz de soğuk savaşın keyifli anlarına döndük. Sorununuz  ne olursa olsun dostlar, çözüm her daim bir kamyon dolusu adam toplamakta gizlidir.
Bana bakışı değişmeyen bir tek Şahin vardı. Onunla da işte Eminönü’nde martılara simit atıyorduk. Gizliden gizliye ticaretle uğraştığını duyuyor ancak ses çıkarmıyordum. Sigarasını sonuna kadar çekip, “Abi aslında Berlin’e gitmek lazım bu aralar.” Dedi.
“Gideriz Şahin, bi o eksik kalmıştı oraya da gideriz anasını satayım.” Güneş batmaya yüz tutmuştu ve ben ılık sonbahar rüzgarında kendime, Karaköy’e, Eminönü’ne, Soğuk Savaşa, casusluğa, Şahin’e, Rusya’ya, Amerika’ya,CIA’e ve yine kendime en çok da kendime sessiz küfürler savuruyordum..


Mevt-i Ebyaz'ül Mevâlid (Sudden Death of Nascents) - 2

$
0
0


2. Hamid Mihâd

- Lan! (Pat!)

Hamid, bu duyduğunun silah sesi olduğuna yemin edebilirdi. Ki öyleydi de. Ancak ne yapacağını bilmeyen Hamid öylece kalakaldı oturduğu sandalyede. Ya arkadaşı vurulduysa? Ne yapmalıydı şimdi? Gidip kontrol ederse belki Nâzım’ı vuran adam Hamid’i de vurabilirdi ki bu bir çözüm olmazdı. Evet evet, bu düpedüz aptallık olurdu. Neydi yani, arkadaşı öldü diye kendi de mi ölecekti? Ayrıca daha çok gençti Hamid, evlenmemişti bile. Önünde onu bekleyen uzun yıllar vardı. Ölüme çok uzaktı. Ölüm denen kezzap tadındaki zehirden içmek istemediğine emindi.

Peki, neden bu kadar emindi ölmek istemediğinden? Yani ölüm neden bu kadar korkunç bir şey olarak sunulmuştu ona? Kim demişti ölümün kötü bir şey olduğunu? Bunu diyen adam ölmüş müydü de böyle hadsiz konuşmuştu? Hem elbet bir gün ölmeyecek miydi zaten? Tabi ki de ölecekti. Her canlı gibi o da gün gelecek ölecekti. E o zaman bu kadar yaşayıp uğraşmanın ne anlamı vardı ki? Hiçbir anlamı yoktu elbette. Yani düşünüyordu da, elinde ne olursa olsun, o gün gelip tahtalıköyün yolunu tuttuğunda elindekilerden onu kurtarabilecek herhangi bir şey var mıydı cidden? Yoktu elbette. Öldüğünde her şey bitmiş olacak ve her şey sona erecekti. Onu ne parası kurtarabilirdi, ne ailesi ne dostları, ne de işi.

Dini inançları yoktu Hamid’in. Din denen şeyin bir safsatadan ibaret olduğunu düşünürdü hep. Çok bildiğinden falan değildi bu, tam aksine cehaletindendi. Oysaki böyle muazzam bir karar alabilmek için Kuran denen kitabın mealinin sadece bir kısmını okumuştu. Sadece bir kısmını, hepsi buydu. Kafasındaki din tablosunu oluşturan öğeler bu okuduğu bir kısımlık meal ve kulaktan dolma bilgilerden ibaretti. Ki o kulaktan dolma bilgilerinin de birçoğu bidadlardan ve hurafelerden ibaretti. Herhangi bir dinin doğru olmadığına inanmak için kendini çok çabuk kandırmıştı ve o günden sonra reddetmişti tüm kutsalları. O günden sonra onun için artık Tanrı yoktu. İster Allah desindi, ister Tengri, ister Budha, ister Marco Polo. Bunun önemi yoktu, çünkü yoktu! Aslında, her ne kadar Hamid farkında olmasa da yeni bir Tanrı edinmişti kendine: Para. Çünkü o günden itibaren hayatında değer verdiği tek şey para haline gelmişti. Ne gelenekler, ne toplumsal normlar, ne de kendinin insanlar nezdindeki değeri artık umrunda değildi. Para önemliydi. Çünkü para vardıysa her şey vardı. Para vardıysa her şey onundu.

Ama tam şu anda, ölüm hakkındaki karmaşık sorular yumağında debelenirken paranın bile hiçbir önemi kalmamıştı. Çünkü ölecekti. Ölüm haktı. Ölüm gerçekti. Ölüm vardı. Hiç ölmemişti ama biliyordu. İnsan ölürdü. Bilmesi için ölmesi gerekmiyordu. Ölüsü çürüdüğünde ise paranın bile hiçbir önemi kalmayacaktı artık. Yok olup gidecekti bu diyardan.

İnsan ölüp yok olacaktıysa niye vardı o zaman? Niye yaşıyordu ki? Mesela niye kendini onlarca yıl yoruyordu? Ya da niye o toprağın iki metre altına geçtiğinde hiçbir anlamı olmayacak onlarca şeyi günlerce ve aylarca tekrar tekrar bıkmadan usanmadan yapıyordu? Niye? Neden?

Kafası iyice karışmıştı Hamid’in artık. Ölüm ve yaşam arasındaki şu iki-üç dakikalık düşünce buhranında kendini iyice kaybetmişti ve hala Nâzım için ne yapacağına karar verebilmiş değildi. Depoya inmeli miydi? Yaşamın ne kadar saçma ve anlamsız olduğuna dair kendini bu kadar tatmin etmişken hala ölümden korkup da inmemek olur iş miydi? Olmazdı. Ama korkuyordu işte. Kendine bile itiraf edemediği bir yanı hala tir tir titriyor ve Hamid’in depoya inip ölüme kafa tutmasını engelliyordu. Biraz durdu. Sonra inmeye karar verdi. Aman, ölse ne olacaktı ki? Ölsündü, ne olacaktı?

Derken ceketini giydi, el fenerini aldı ve tam kapıya yönelmişken gözü masada duran telsize ilişti. Nasıl da düşünememişti cidden telsizden asayiş haberi almayı? Hem de silah sesini dahi telsizden duymuştu. Bu bir salağın bile yapmayacağı bir şeydi. Kendine bile itiraf edemediği ölümden korkan yanı birden rahatladı. Neyse ki ucuz kurtulmuştu. İçinden “Ulan Hamid ne salak adamsın lan! Bi de akıllıyım diye geçinirsin!” diye söylene söylene telsizi elinde aldı:

- Nâzım asayiş berkemâl mi? Silah sesi duydum.
- …
Karşı taraftan cevap gelmeyince korktu. Acaba ölmüş müydü Nâzım cidden? Eğer öldüyse ne yapmalıydı şimdi? Polise haber verip beklerse çok geç olurdu, katil kaçardı. İnerse de katil onu da vururdu. Tam kafası yine iyice karışacak gibi olmuştu ki sakinleşmeye çalıştı ve korkusunu hissettirmemeye çalışarak bir daha sordu:

- Nâzım? Bir sorun mu var?
- Bi adam öldürdüm Hamid. Artık ben bi katilim.

Devam edecek…

safaret 
safaret.blogspot.com
safaret.blog.com

fakirler ölür

$
0
0
zenginler daha zengin oldu
ve fakirler öldü.
ne istediğine dair en ufak bir fikri olmayan binlerce insan
bu uğurda canlarını verdiler
ve sonuç bir hiç.
-
zenginler daha zengin oldu
ve fakirler öldü.
daha da kötüsü,
bu bir gün bile senin umrunda olmadı.
çünkü ölen hiçbir zaman sen olmadın.
-
zenginler de bazen fakir oldu
ve zenginler de öldü.
bense senin karanlığından kurtulamadım.
-
nefretim yangın oldu ve kavruldum kor alevlerde.
seni görmek için dilendiğim geceler
dişimin kovuğunu bile dodurmadı.
ve sen de öldün.
-
ve sonuç hiç değişmedi.
ısrarla ve ısrarla
zenginler daha zengin oldu
ve fakirler öldü, her seferinde.
-
-
safaret
safaret.blog.com
safaret.blogspot.com

Allah’ın belâsı sigaramın külleri

$
0
0
Söndür şu sigaranı dedin ve kaçarcasına uzaklaştın benden. Ne yapacağıma dair herhangi bir fikrim kalmamıştı artık. Sana mı üzülseydim, yoksa şu berbat dumanın üzerime sinmesine mi? Ya da sana üzülse miydim, bilemedim. Yıldızların hızlı hızlı el çırpmalarına uyandığım her gece gibi bu gece de ne yapacağım belli değildi. Seviyordum seni, hayvan gibi seviyordum. Dokunmaya kıyamadığım çıtkırıldım bir çiçeği sevdiğim gibi seviyordum seni. Yine de ne yapacağımı bilmiyordum.

Sigaramı söndürdüm ve döndüğümde gitmiştin. Akasya ağaçlarının anlamsız göz kırpışlarını artık hiç mi hiç çekemiyordum. Pul biber acılığında bir sevdanın ne demek olduğunu ancak sen öğrenebilirdin o gece. Ama gitmiştin. Yol boyunca sevda türküleri söyleyeceğimi sanarak yola çıkacaktım ardından. Kaybolacaktım. Ahmak gibi kaybolacaktım. Ama sen gitmiştin.

O Allah’ın belâsı sigaranın külleri henüz dağılmamıştı ki sen gidiverdin. Defolup gitsindi tüm akasya ağaçları da. Gözlerimi kör etmekten başka neye yarardı o acınası göz kırpışları sen gittikten sonra. Gittiğini idrak etmem belki on saat sürdü belki on dakika. Ama sevda türküleri sahipsiz kalmıştı bile. O yol da meçhule falan uzanmıyordu artık. Sen gidince, hiçbir şeyin sırrı da kalmamıştı.

İzmaritini yağmurların çaldığı sigaramın Allah belâsını vermişti vermesine ama sen gitmiştin. Hatta artık akasya ağaçlarıyla bir alıp vereceğim de kalmamıştı. Burada olsaydın bunu kutlardık bile. Çay demlerdin bana. Ben içmezdim. Bana kızardın. Sonra da giderdin.

E, sen yine giderdin zaten. Bahane lazımdı sana. İyi ki gitmişsin o zaman. Keşke sigarama laf atmayı kessen artık. Zaten gittin. Gittin, bari beni sigaram ve akasya ağaçlarının tatsız kokusuyla baş başa bırak. Çayımı da ben kendim demlerim.

Git şimdi. Küllerimi de ardında götür. O kadar uzaklara git ki adın dâhi anılmasın buralarda. Ama beni unutama.

Şimdilik diyeceklerim bu kadar.

Selâmetle

safaret
safaret.blog.com
safaret.blogspot.com

Sigara İçenlere Ateş Etmeyin

$
0
0
Sigara aleyhtarlığı, sigara içmemekten daha önemli hiçbir özelliği olmayanların ideolojisidir. Sigara içenlere duyulan meşru ve mukaddes nefretin ardında; güvenli bir yer olmaktan çıkan bu dünyada, kendine kurban gözüyle bakmaya başlayan fakat neler olup bittiğini anlayamadığı için, duman çıkararak yerini belli eden tiryakilere körlemesine sataşan gayretkeş zavallıların demokratik ihtişamı var. Ölümlülük karşısında cılız/modern bir itirazla bağdaştırılmaya çalışılan sağlıklılık [geçiciliğinin su götürmez kesinliğine rağmen], sigara içmeyenlere özgü bir ayrıcalıkmış gibi gösteriliyor. Sigara tiryakilerini ölümle tehdit eden militan ruhlu sigara aleyhtarı/insancıl kimseler; sağlam vücutlarının üzerinde sapasağlam bir kafa taşıyorlar ve yatacakları mezarlığın düşman uçakları tarafından günün birinde bombalanmamasını garanti edecek bir antlaşma hazırlamak yerine, sigara içenleri doğru yola çağırmak [hizaya getirmek] için fedakarca vakit/enerji harcıyorlar. Pasif içici olmayı 'şiddetle' reddeden bu fedakar fedailer, sigara içenlere uyarıda bulunma hususunda hiperaktif bir tutum sergilemeye başladılar: Lanetlenmiş gibi her yerde yasak levhalarına toslayan tiryakiler, dumanlı bir kelime olan 'kirlilik'ten birinci derecede sorumlu tutuluyor. Sigara içmek Çernobil faciasıyla örtüştürülürken, klimalar sincaplar için icat edilmiş gibi davranılıyor.

Şu günlerde [20. yüzyılın bitmek bilmeyen son günleri!] televizyonda TC. Sağlık Bakanlığı'nca hazırlanmış bir film gösteriliyor: Güya maymun görünümündeki ilk-el- insanlar, zamanla tüylerini döküp arka ayakları üzerinde dikiliyorlar. Sonraları zihinsel bakımdan da evrilerekten sakal traşı olup, takım elbise giyip bond çanta taşımaya başlayan insanoğlu, çağdaş bir görünüm kazanıyor; fakat o da ne? Meğer bazıları evrimini tamamlayamamış ve nikotin bağımlısı olup çıkmış! Bu filmde nikotin bağımsızı insan tipini, vücudunda başarıyla top sektiren bir Mustafa Denizli [antrenör olanı] canlandırıyor. Etkileyici, değil mi? Kim bilir kaç kişi bu filmi görünce titreyip kendine gelmiş ve bir daha asla sigara içmeme kararı almıştır. Ülke çapında bir akciğer temizliği hedefleniyorsa, bu hedefin önündeki en büyük engel dev nikotinman ordusu değil, zihinsel ve ahlaki imkanların kısıtlılığı ile malul medyanın sürreel zevzekliğidir.

ABD'nin Tenesse eyaletinde, Linda Stewart adlı bir kadın, sürekli sigara içen kocasına ders vermek maksadıyla evini yaktı. Yangını kasten çıkardığını ifade eden Linda Stewart, "yangından bir gün önce kocasının elindeki yanık sigarayla uyuyakaldığını ve yatağını yaktığını" belirterek, kocasına "neler olabileceğini göstermek istediğini" söyledi. Buyur 'Burdan' yak! [Filtreli 'Burdan' sigaraları, yeni çıktı!] ingeborg Bachmann, sigarası yanıkken uyuyakaldığı için çıkan yangında can vermişti ama bugün hiçkimse Bachmann'ı sadece bir sigara tiryakisi olarak anmıyor; o şairdi. Bay Stewart'ın durumunu/hislerini bilemem fakat Bayan Stewart'ın sigara içmemesinde ya da yaşadığı evi ateşe vermesinde harika bir taraf göremiyorum.

idam mahkumunun son sigarasını içmesi, sigaranın işlevsel değerini en yakından görmemizi sağlayan olaydır: Bu son sigara asla bir bağış ya da rüşvet değil ama belki bir borçtur; zaten sigaranın [Çavuşesku dönemindeki Romanya gibi istisnalar bir yana] genellikle söze [pazarlığa] konu edilmeyen bir değeri vardır. Sigara yakılır ve doğallıkla tükenmeye başlar, nefes alışın ritmine uygun bir biçimde parlar, yanar, duman yükseltir ve küllenir; insan ve sigara birbirlerinin simgesine dönüşür.

Yine de "Sigara içme[ye başlama]k ahlaki ve/ya da akli bir irtifa kazanma işareti olabilir mi?" sorusuna verilecek tek cevabım var: "Hayır". 1998 yılının en salakça olaylarından biri olarak kayıtlara geçen bir haberi aktarayım: Almanya'da, kır gezisine çıkan bir adam, sigarasını yakmak için yanında herhangi bir ateşleyici olmadığını farkedince, civardaki bir yüksek gerilim hattına tırmandı ve yüzseksenbin volt elektrik geçen telden sigarasını yakmaya çalıştı. Akıbeti meçhul olan bu Alman'ı, sigara içenlerin yüzkarası saymak, sigara içmeyi ideolojik bir ortak payda kabul etmeye vardırır bizi.

Bilgelik, sevginin ve nefretin doğru yerlere odaklanmasıdır; cehalet ise tam tersi. insanın ekonomik kullanımının sömürgeciler hesabına kolaylaşması için yürürlüğe sokulan nefret modası sigarayı hedef gösteriyor, olay budur. Kanserojen bir varoluş biçimini benimsemiş tüketici/kölelerin bazı mamullerden nefret etmeleri, onları başka mamulleri satın alırken daha hırslı davranmaya sevk ediyor. Marka bağımlılığı, tam anlamıyla bir fetişizm çeşididir ve sigara içmenin [de züppeliğe elverişli yönleri bulunabilmekle birlikte] sözümona vahşice görünümleri, kozmetik tüketiminden daha yavan bir çılgınlık değildir. Muş'un Korkut ilçesinin Değimlitaş köyünde sigara içmeyi yasaklayan ihtiyar heyeti, yasağa uymayan azınlığın köyden kovulmalarını karara bağlamaya çalışıyor! Arkansas'ta hapishanelerde sigara içmek yasaklandı! Kanada hükümeti sigara paketlerinin üzerine kanserli akciğer fotoğraflarının koyulması yönünde bir kamu önerisi hazırladı! Onurlu bir hayat yaşamanın yolu sigara içenlere hakaret, içmeyenlere iltifat etmekten geçiyormuşçasına aptalca bir patırtı koparılıyor. Değimlitaş köyünün ihtiyar heyetinin zekası, Arkansaslı gardiyanların disiplin anlayışı ve Kanada hükümetinin ileri görüşlülüğünün mucizevi ışımaları insanı mest ediyor.

Yeryüzüne müptela ve imparator ruhlu köleler, dünyevi bir iptila olan sigaraya yakıcı saldırılar düzenlerken tiryakilerin yardımına ihtiyaç duyduklarını gizleyemiyorlar. Türkiye Denizcilik işletmeleri'nin, vapurlara yapıştırdığı ve okuma yazma bilen yolculara yönelik bir dizi komutun yer aldığı afişte: "...Sigara içmeyin! ... yüce atamızın ... düşlediği gibi iyi vatandaş olun!" buyurulmuş. M. Kemal'in de sıkı bir sigara tiryakisi olduğunu gözönüne aldığımızda, cevabını düşünürken sigaramızdan derin bir nefes çekebileceğimiz soru şudur: "O halde, sigara içmek bir ata sporu olamaz mı?"


Murat MENTEŞ / 23.10.2000

Casusun Dönüşü - Bir Casus Hikayesi 2

$
0
0

Memlekete dönüşüm.(Sağdayım)
          Hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Öğlen yemeğimi  Pera Palas’ta yedikten sonra otelden ayrılarak buraya gelmiştim.Tahminimde yanılmadığıma sevinirken yıllardır değişmeyen tek zevki ve alışkanlığının bu olmasına şaşırmıştım.Tam 2.5 saattir onları Eminönü’nde martılara simit atarken izliyorum.
         Dostumun saçlarına (yılların getirdiği yorgunluk ve yıllardan dolayı) hafif aklar düşmüş. O’nu 30 yılı aşkın süredir ilk kez bu mesafeden görmeme rağmen, her zamanki karizmasından eksilen bir durum olmadığını hissediyorum.
         Yıllar önce tam bu noktada son kez konuşmuş, son kez birlikte martılara simit atmış ve ilk kez vedalaşmıştık.  68 model Mustang’imin motor sesini duyup beni fark etmesinden korkarak da olsa arabayı çalıştırmaya cesaret edip eve dönmeye karar veriyorum.
          Merdivenleri ağır ağır çıkarken Yorgo’ya güvenmekle ne kadar iyi yaptığımı fark ediyorum. Bu eski binaya gözü gibi bakmış. Balat’ta ki bu eski,taş Rum binasının önünde yıllar önce sevgili eşi ve onu yağmur altında otururken bulduğumdan beridir benim yanımda yaşıyorlar. Aile yadigarları olan bu taş bina banka borçları yüzünden ellerinden alınmışken borçlarını kapatmam ve onları yanıma almamla başlayan bu uzun hikayemiz buralara geldi. Eşi Eftalya hanımı 10 yıl önce kaybettikten sonra kendini tamamen bu binaya adamış.

          Eski, bakımsız , yıkılmaya yüz tutmuş bir bina olarak görülsede içeride ki durum daha zor. Mesleğimin vermiş olduğu gereksinimleri ve güvenliğimi düşünerek binaya yaptığım eklemeler binayı bakımı daha zor bir yer haline getirmişti. Tank atışına dayanıklı duvarlar, denize veya güvenli bir yere kaçış sağlayan tüneller, mühimmat odaları, dünya çapında iletişim kurmamı sağlayan radar ve çok gelişmiş bilgisayar odaları bunların sadece birkaçı.
         -Hoş geldin bre.10 gündür nerelerdesin, döneceğini söylediğinden beri yol gözler oldum dedi Yorgo. 85 yaşında olmasına rağmen tok sesinden hiç bir şey kaybetmediğini fark ettim.Yorgo’ya uzun uzun sarıldım ve sadece ‘ sonra Yorgo’ diyebildim.
          İşte yıllar yıllar sonra yine yüksek tavanlı,büyük pencereli evimdeyim. Salih’le eski günlerden kalma fotoğraflarımıza bakarken hüzünleniyorum. Karaköy’deki eski ofisin önünde çekildiğimiz fotoğraf ilişiyor gözüme.İkimizin de kanının deli aktığı ofisin bozulmadığı günlerden kalma.Birlikte dünyanın hemen her köşesinde türlü pisliklerden kurtulduğum bu adamla uzun yıllardır görüşmemiş olduğuma inanamıyorum.
          1971 Mart ayında aldığım atamayla beraber Roma’ya gitmem gerekiyordu. CIA , Avrupa genel sorumlusu olarak kendi ekibimi kurmam istediğinde önce dostumla konuşmuş fakat Salih’in memlekette kalma isteği doğrultusunda yollarımız Eminönü’nde bugün öğlen durduğum noktada ayrılmıştı.
          Roma’yla başlayan fakat Avrupa’nın en önemli yerlerinde yükselerek devam eden kariyerimin ışıltısı ve yoğunluğu arasında dostumla olan kırgınlığımız derinleşmiş sanki ikimizin de konuşmaktan çekindiği gizli bir sır olmuştu.
 Acaba yaptıklarımı hissettirmeden izlemiş miydi uzaktan? Kendini istediği zaman ortadan kaybetmekte usta bir adam olan Salih, çocukluk arkadaşı, silah arkadaşı, ortağı olan beni unutmuş muydu ?


Arapça Öğrenmek

$
0
0


                Ömer Faruk, bir Amerikan Üniversitesinde hoca. Konusu: İslamiyet. Çeşitli mabetlerde dolaştıktan sonra, hidayete ermiş. Koyu ve inanmış bir Müslüman. Vahdet düşüncesine bir parça da Spinoza’dan gelmiş. Fakat asıl mürşidi: Malcom X. Deli mi, dâhi mi, bilmiyorum. Muhakkak olan şu ki bir Amerikan Üniversitesinde hoca. Hayatını ilayı kelimetullah’a vakfetmiş, hiç de abuk sabuk konuşmuyor. İslâm’ın insanlık için tek kurtuluş olduğuna inanıyor. Çağımızın şaşkın aydınlarına seslenirken Protestan bir Amerikalının bütün kültür mirasına dayanmaktadır. Yani bu çiçeği burnunda Müslüman, geri kalmış ülkelerin şapşal aydınlarından çok farklı. Politika, karar vermek mevkii, diyor. Müslüman politikanın dışında kalamaz. Ve sözde Müslüman ülkelerin gençliğine tavsiyesi  “Arapça öğreniniz”. Mekteplerinizde Arapça okutulmalı. Kendisi, İslâm fıkhı üzerine çalışmaktadır. İsmini bile bilediğim birçok İslâm fakihinin çağımız insanına yol göstereceğini iddia etmektedir. 1980’de neşredilmiş nefis bir mülakattan öğreniyoruz bunları. Konuşmayı yapan Erzurum Üniversitesinde bir asistan. Kaç kişi okumuş, kaç kişi üzerine düşünmüş. Allah’a malum!
                Kimsenin bilgiye, tefekküre, tarihe tahammülü yok. Marx, tadsız ve ukala bir yol arkadaşı. Onun yerini Debray’ler, Che Guavera’lar aldı. Silahı kapınca belli cinayetler işleyecek, kurulu düzeni serseme çevirecek ve kaşla göz arasında iktidara kurulacaksın. Sol’un bu aceleciliği Müslüman gençliğini de yakalamışa benziyor. İran’daki inkılap da, Güney Amerika’daki ayaklanmalar gibi meccani bir zafer sağlayacak ve bütün insanlık takdir-i ilahi sayesinde İslâm’ın üstünlüğünü temsil edecekti. Aynı sihri düşününce, sosyal meseleler önünde aynı şuursuzluk. Anlamak istemiyoruz ki hiçbir zafer bedava kazanılmaz. Mucizeler çağında yaşamıyoruz. Çetin ve sıkıntılı hazırlıklara ihtiyacımız var. İran veya Turan veya Güney Amerika, uyanıkken görülen birer rüyâdır. Hiçbir inkılâp birikimsiz olmaz. Hiçbir inkılâp bir ithal metâı değildir.
                Ne kadar yazık! Bir Ömer Faruk’un irfan ve iz’anı ile yarını kuracak Müslüman gençliğimizin idraksizliğini mukayese edince, yüzümüz kızarıyor. Ömer Faruk İslâm’ı tanımak için ilk adım Arapça öğrenmektir diyor. Bu ihtiyacı duyan kaç Türk aydını var? Bırakın Arapça öğrenmeyi, Osmanlıcadan ne haber? 1917’lerde İstanbul Darül Fünûnunda Arap Edebiyatı okutulmuş. Bağdatlı Müderriszade Mehmet Fehmi  efendi derslerini “Arap Edebiyatı Tarihi” adıyla yayımlamağa başlamış. Cahiliye devrini ele alan birinci cilt dokuz yüz sayfalık bir hazin. Kapağını açan kaç kişi var? Hazretin hal tercümesini hiçbir yerde bulamadım. Üstat bizim görmemize, okumamıza imkan olmayan başlıca me’hazları taramış. Bir Huart’dan, bir Blachére’den daha büyük bir selahiyet. Humeyni’nin beyanatları varken Fehmi efendiyi kim okur? William Jones’un Muallakat tercümelerini düşünüyorum. Edward Said’in ithamları geliyor aklıma: Oryantalistler ajandırlar. Belki doğru. Ama neyin ajanı? Adam Farsçanın zamanımıza kadar muteber bir gramerini Fransızca olarak kaleme almış, Nâdir Şah tarihini Voltaire’in diline kazandırmış. Osmanlı Edebiyatının İran ve Arap edebiyatları içinde çok orijinl bir yeri olduğunu delilleriyle isbat etmiş. Ajan bu mu? Biz yarım asır önce yazılan bir “Arap Edebiyatı Tarihi”nden habersiziz. Ne İmrul Kays’ı tanıyoruz, ne Sûk ul Ükkaz’ı. Ajan biz miyiz acaba, Batılılar mı?
                Sol’un yerli şeyhülislamları Saint Simon’u okumayınız diye fetvâlar ısdâr eder, sağ M. Şemseddin’in “İslâmda Tarih ve Müverrihler”ini unutturmaya çalışır, Fehmi efendi’nin abide kitabı unutulur ve unutturulurken bu ölü kalabalığın tecessüsünü hangi İsrafil sûru canlandırabilir. Ömer Faruk elbette ki dikkati çekmez.
                Burke hakkındaki makaleyi çevirirken bunları düşünüyordum. Burke, kendini korumak isteyen bir dünyanın peygamberi idi. Yaşıyan ve yaşıyacak olan bir dünyanın. Tutucu imiş. Sevsinler tutuculuğu! Burke’ün dediği gibi, can-ı gönülden yapılan her şey güzeldir. Biz hiçbir şeyi can-ı gönülden yapmıyoruz. Onun için davranışlarımızda ciddiyet ve samimiyet yok. Acaba harfler değişmese, netice çok mu farklı olurdu? Birim yokluğunun bütün günahını harf inkılâbına yükleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Cezmi Ertuğrul’un “Dil ve Edebiyatı” ile Fehmi efendinin “Tarih-i Edebiyat-ı Arabiye”si aynı yılda yayımlanmış. Osmanlı büyük bir savaş içindedir. Her iki eser de yankı uyandırmadan yok olup gitmiş. Pekiyi, 28’lere kadar kimse eğilmemiş mi bu kitablara? Cezmi Ertuğrul da Fehmi efendi de tanınmamış birer insan. Birincisi intihar etmiş, ikincisinin akıbeti meçhul. Erol Güngör’ün Hicretin 1500. Yılı münasebetiyle yayımladığı kitap henüz hiçbir yankı uyandırmadı. Samiha Ayverdi’nin “Kölelikten Efendiliğe” adlı risalesi de unutulup gitti. Türk toplumunun Sıfat-ı kâşifesi kadirşinaslıktır. Türk toplumunun ve ölüme mahkum bütün kavimlerin. 

Cemil Meriç 
Kültürden İrfana
Syf.: 279-281
İnsan Yayınları
İstanbul, 1986

Baha,Vaha,Baht,Rahat,Karanlık..

$
0
0

İki gıdım olan batmasa. Ne tuhaf. Ne tuhaf sen bile. Boğazında bir gıcık düğümlenmese mesela. O son nefesi alıp da vermese. Vermese de sen alsan o nefesi. Bir kaç çöl aşsan kısa bir aralıkta. Aşsan da bana bir avuç versen kumların haşyetinden artakalan huzuru. O güneşin taşışındaki üç beş karaltıyı toplasaydın ya ufak bir keseye. Sığmaz diye korkmasaydın karanlık sığar çünkü her yere. Sığar biliyorum ceplerim onlar dolu. Ceplerimde anahtarlar da var, işe yaramaz fişler, şeker ambalajları, yanık mumlar.. Yanık mumlar geceyi hep aydınlatmaz aslında. Zaten geceler aydınlanmaz ışığa yer açarlar hafif hafif. Devrik cümlelerde kullanılmaz mesela geceler. Sen,ben ikimiz. Bir devrik cümle kuramadık ya hep ondan. İki gıdım olan rahat orada battı işte.  

Doyulmayan Dingillikler

$
0
0

Ne kaza ama. Sanki başına gelmiş gibi. Bir heykel yıkılmış diyorlar. Senin miydi? Az kullanılmış, paslanmaz çelikmiş. Hiç duymamıştım böylesini, niye paslanmıyor? Eskimeyecekse bir heykel neye yarar söyle! Açık ara herkesten fena kullanırdım yeminle fena kullanırdım. Sahi, niye bende yok? Yap bi kıyak, şöyle güzelinden  bir tane konduralım oturma odasına. Tapmalık olsun dikkat et, tanrılar dolsun. Girer girmez selam çakası gelsin insanın ki bir işe yarasın. Yontabilir misin tapılası bir şeyler güzelim? Kervanlar yürütse de it öldürmesin. Etliye sütlüye ültimatom versin de dalaşmasın zevkine değil mi? Ahh, karışmasa ya özgürlüğüne... Bu arada, tek bir nefeste kaça kadar sayabilirsin? Şimdi saymaya başlasam inandıramam seni. Geçen eve gittim, yoktun. Hiç olmuyorsun. Bazen bana inat diyorum bu yok oluşlar. Öyle mi cidden? Güzelim, zaten akil adam seçilemedim gelme bu sıralar üstüme. Oturup parçalanmam lazım. Ama havalı bir ad bulamıyorum işte. Yapısal parçalanayım diyorum, onu da kopanlar götürdü. Sen, bir miktar kayboluyorsun. Ben, etrafa bakınıyorum. Bir şey bulamadıkça daha da bakınıyorum. Böyle de bir dingillik işte..  

Ahmak

$
0
0

Bomba patladığında birkaç çocuk ağlamayı kesmiş tünelde. “Niye?“ diye sordum. Annesi hissizce baktı. Nereden bilecekti zaten? Bir adamın arzusu kanlanmış yerlere saçılıyordu. Tünelden çıkmaya niyetlendim elimde kardeşimin bilet koçanı, birikmiş bir bıkkınlık ve yersiz bir öfkeyle. Biraz yürüyünce yıkılmış bir bölmeden yüzeye çıkmayı becerebildim. Ne fena, dışarının havası tünelden daha boğucuysa fena işte. Savaşların böyle olduğunu bilmezdim. Öyle bir savaş ki kahramanlığın yanından bile geçemem. Oradan oraya köstebek gibi koşturmak düşer ancak. Ve elbet, ben o nefret ettiğin yalancıyım! Yüzüme bakmak bile acı veriyor değil mi? En çok da sana hayret ediyorum zaten, onca şeyi bilip bana hala bakabildiğinden.Ak bir ağıt değil çünkü yaktıkları meydanda. Aslında olurdum ki ne kahraman olurdum, bir bilet koçanı olmasaydı elimde.Çeldim mi kendimi?Çeliştim mi titrek korkaklığımla? Kalbinin üstüne bir ufak zırh kondurmuştu savaşa gitmeden önce, üzerinde bir saka motifi vardı. Koçanın üzerinde de var ancak ölümden korumaz işte insanı. Savaş inince yeryüzüne bir kardeşin diğerini bulması ne zor. Yanık bir şehrin insanı kucaklaması o denli zor olmuyor gerçi, yıkıntılar bir güzel saklıyor umutsuzluğunuzu. Su kanıyorsa sana ne bahşedilecek bundan az düşün ahmaklığını. Gökler yarılıp akşam yıldızı sana mı koşacak sandın bir anda? Elbet işkenceye dayanır sandı haspam, elbet birilerine karşı koyabilir sandı. Ahmaklık, onun yok işte dönüşü, tedavisi, çıkar yolu.Bomba patladığında bir çocuk ağlamayı kesiyorsa sen ağlamaya başlayacaksın. Başla ki tüm ahmaklar inansın varlığına ve birliğine. Elinde bir bilet koçanıyla bir tepeyi aşabilirsin işte o an. Birilerini tahtından edip o kan bahşedilen yeryüzüne oturabilirsin haşmetinle. Ancak dikkat et, kan pek çok ahmağın cesaretini taşır.

İşte o cesaret seni de, beni de yakar Biricik..


Kahraman Kedi Gazanfer

$
0
0


          Karnımda hissettiğim sıcaklık ve yaklaşık 5 kiloluk ağırlık yüzünden olsa gerek yavaşça gözlerimi araladım.Yine salondaki koltukta sızmışım.Güneş çoktan doğmuş.Tahminime göre saat 3 civarı olmalı.Başımda dayanılmaz seviyede bir ağrı var.Başımdaki ağrı National Geographic'te izlediğim filleri getiriyor aklıma.Bununla beraber camdan odaya süzülen güneş ise sinirimi bozuyor.Hayattan bu kadar soğuduğum başka bir gün hatırlamıyorum sanırım.
          Karnımda oturmuş bana dik dik bakan dedemden kalan İran kedimle göz göze geliyoruz.O da sinirimi bozuyor.Kafasına vurmak suretiyle üstümden indiriyorum.Koltuktan belim tutulmuş,sol kolum uyuşmuş,ağzım ise kurumuş bir halde doğrulmaya çalışıyorum.
          Koltukta oturmaya devam ediyorum.Kalkmaya kesinlikle halim yok.İlk dikkatimi çeken ise evin bok içindeki hali oluyor.Yaklaşık bir aydır evde hiç bir şeye elimi sürmedim.Bir de dün akşamdan kalan bira şişeleri ve hemen yanında duran midemin dışarı çıkmış hali berbat gözüküyor.Köşede duran kedi kumuna takılıyor gözüm.Hayvanın pisliği kumu aşmış,parkeye kadar akmış.Gazanfer'e yaptıklarından dolayı içimden küfür ederken "nereye yapıcam"?' sorusuyla irkiliyorum.
          Evde sadece ben ve Gazanfer olduğuna göre, ya Gazanfer konuştu ya da ben kafayı yedim.Düşününce iki seçeneğinde berbat olduğuna karar veriyorum. ''Hişş hacı sana diyorum, halıya mı yapayım ? Nereye sıçacağım ?'' diyor aynı ses.Sanırım korkudan titremeye başlıyorum.Cesaretimi toplayıp sordum : ''Gazanfer?'' ''Sonunda duydu ibiş, temizleyecek misin lan şu kumu? Akşamdan beri tutuyorum ! '' dedi kedi.''-Se se sen konuşuyorsun ! '' demeye çalıştım kekeleyerek.''Ben hep konuşuyorum da dinleyen kim? Anca işine gelince duy anasını satayım.'' dedi.

          Başımdaki filler iyice iplerini kopardı.İşten kovuldum,terkedildim ve kedim Gazanfer ile muhabbet ediyorum.''Abi Allah aşkına temizle artık işimi göreyim sonra uzun uzun konuşuruz'' dedi hafif sinirli bir sesle. Daha fazla uzatmadan dediğini yaptım. Biraz önce benimle konuşan kedi, temizlenmiş kuma oturup bir güzel işini gördükten sonra yalanıp bana yaklaştı.''Takdir edersin ki hijyen önemli abi, yapamazdım o kuma biliyorsun. Ayrıca bir kız yüzünden ne hale geldin be hacı , sana kız mı yok ? Bırak şu kaşarı, zaten sana göre değildi'' dedi.
          Arkadaş teselli etmeye çalışan , ergen liseliye dönüşen İran kedimden bir an soğudum ve sordum; ''Şimdi mi kaşar oldu lan !? Getirdiği sütleri,mamaları mideye indirirken ,göbeğini kaşıtırken iyiydi ?''
 ''O başka abi, aç mı gezelim ? Süt demişken bir duble süt koy da kahvaltımızı edelim, yolumuzu bulalım yavaştan.'' dedi. Mutfağa gittim. Sütü kaseye koyup salona yürümeye başladım.Sol kolumdaki uyuşukluk geçeceği yerde iyice artmıştı. İşin kötüsü ağrı göğsüme yayılmaya başlamıştı. Kıçım açık yattığım için ağrıyor diye düşündüm. Kaseyi önüne koyar koymaz Gazanfer süte yumuldu. Bir yandan sütünü içip bir yandan konuşmaya devam etti.''Bu ayrılık sana hiç yaramadı, berduşa döndün. İşin kötüsü bütün maaşı da alkole yatırdın. Bizim vitaminli yemler, balıklı krakerler yalan oldu. 20 gündür süte ekmek banıp yemeye çalışıyorum. Bir de geçen gün Ayşe teyzenin getirdiği kapuskayı yedim düşün halimi, adam ol topla kendini.'' dedi.

          Duyduklarım karşısında şok olmuştum. Bir kediyle karşılıklı oturmuş hayatım üzerine yaptığı değerlendirmeleri dinliyordum ! Son bir ayda öğüt vermeyen bir tek -26 yaşında , 5 kilo ağırlığında, günün 17 saatini uyuyarak geçiren kedim Gazanfer kalmıştı, o da kafayı yediğime kanıt olmak istercesine konuşmaya başlamıştı..Bir anlık gazla masanın üzerinde duran ekmek bıçağını almak için ayağa fırladım. Kalkmamla beraber sırtımdan aşağı soğuk terler boşaldı, gözüm karardı. Hatırladığım son şey gözüm kapanırken Gazanfer'in bana bakışıydı.

           "Gözümü tekrar açtığımda ise işte buradayım. Önce öldüğümü zannetttim , ama daha sonra hastane odasında yattığımı fark etttim., Bu anlatıklarıma inanıyorsun değil mi Ayten ?'' diye sordum.''Ömer son zamanlarda bir şey kullandın mı ? Ayrıldıktan sonra bu hale getirmeyecektik hani? İki olgun insan gibi bitirecektik, Şu olanlara bak !? '' diye cevap verdi.
  Eminim ki konuşmaya devam edecekti fakat odaya giren doktor yüzünden susmak zorunda kaldı.'' - Ooo bakıyorum hastamız uyanmış, sevdiceğiyle aşk tazeliyor''diye meymenetsizleşti sigara içmekten bıyıkları sararmış çirkin doktor. ''Ne oldu bana ?'' diye sordum. ''Kalp krizi geçirdiniz Ömer Bey. Neyse ki başarılı bir ameliyattan sonra şu an durumunuz iyi '' dedi.
            ''Peki buraya nasıl geldim ?'' diye şaşırdım. ''Arkadaşınız ambulansı tam zamanında aramış. Gerçi arayıp ortadan kaybolmuş herhalde. Evinizde kediden başkası olmadığına göre. Neyse artık bunları düşünmeyin ve dinlenin'' diyerek odadan çıktı.
           
           Doktor odadan çıktıktan sonra başıma gelenlerden dolayı ilk kez şükretme şansı elde ettim. Evet kalp krizi geçirmiştim,ölümün eşiğinden dönmüştüm ama 1 ay sonra ilk kez Ayten'i görmüştüm.Kendimi de kanıtlamıştım, ambulans çağıran Gazanfer'den başkası değildi. Söylediklerimin doğru olmasının zaferiyle Ayten'e dönmüştüm ki Ayten'in oturduğu sandalyede bembeyaz olduğunu gördüm. Sordum ''Ayten iyi misin?'' İyi olmadığı belliydi, titriyordu.Kazandığım zaferin etkisiyle kafamı öbür tarafa çevirmemle ,Ayten'in yere düştüğünde çıkardığı sesi duymam bir oldu. Sakince seslendim; ''Doktor Bey bakar mısınız? Ayten bayıldı da''.
Viewing all 59 articles
Browse latest View live