↧
İlhâm'ıma
↧
K.S. -1-
↧
↧
Superman
↧
K.S. -2-
↧
Şiir
↧
↧
Balkanlar-Bölüm 2 Dubrovnik (Part 1)

Uzun zamandır sağda solda nerede gezi yazısı bulursam okuyorum.Daha öncede yeni yerler görme,bilme isteğim vardı fakat son dönemlerde olduğu gibi okumuyordum.Velhasıl bu okumlarıma sonucunda bi'ara başlamış ama devam etmemiş olduğum gezi yazılarıma devam kararı aldım.Bundan önceki ilk yazımda Belgrad'ı yazmış fakat fotoğraflar olmadığı için pek ilgi çekici olmamıştı.Bu bölümde bütün Balkan gezim sırasında en merak ettiğim nokta olan Dubrovnik'le ilgili bi'kaç bişey yazmaya çalışacağım.
Belgrad'tan sonra Bosna-Hersek'e geçmiştik fakat ben Bosna'yı atlayıp ilk olarak Dubrovnik'le başlıyorum.Dubrovnik'ten sonra rotayı tekrar terse çevirip Bosna'dan yazarız.
Dubrovnik'e ilk olarak gece geliyorum.Yazın ortasında gittiğimiz için sur içi denilen eski şehirde yer bulmak imkansız.(Zira eski şehirde sadece 1 otel var.) Dubrovnik'te geldiğim akşam dahil toplamda 1 gün 2 gece geçireceğim.İlk gelişimde aşırı yorgun olduğum ve otobüs yolculuğu beni mahvettiği için hızlı bi geziden sonra otele dönüyorum.Lakin Dubrovnik o yorgunluğuma rağmen beni büyülüyor.
Ertesi akşam her otelin resepsiyonunda satılan otobüs biletlerinden 'Babin Kuk' deyip alabiliyorsunuz.Babin Kuk otobüsleri yanlış hatırlamıyorsam numara olarak da 10'du.Babin Kuk kelime anlamı olarak 'Babaannemin göz yaşları' anlamına geliyormuş.Limandan denize açılıp bir daha dönemeyen balıkçılar için kullanılırmış.

Biletleri aldıktan sonra otobüse biniyorum.Otobüsteki 10 kişiden 8'i turist olduğundan haliyle şoförlerde İngilizce biliyorlar.Öğrenciliğin verdiği hislerle yaşlı biner yer vermek zorunda kalırım ayaktaykende durağı kaçırırım diye korkumdan en arkaya gidip yerleşiyorum.Fakat endişelerimin boşuna olduğunu öğreniyorum.İneceğim durak otobüsün son durağıymış o yüzden bilmeyenler için sıkıntı yok.Otobüse Koreli olduklarını tahmin ettiğim bir grup biniyor ve en arkaya bulunduğum bölgeyi dolduruyorlar.Beni yerli zannetmelerindenmi yoksa bilen bi havam olduğunumu düşündüklerinden eski şehirin kaçıncı durak olduğunu soruyolar başımdan savmak için 'No no English! diyorum,bu kez İtalyanca soruyor,tabi cevap veremiyorum bu kez Fransızca sorunca benim kafa kaçıyor mecburen izah ediyorum son durak olduğunu.
Sonrasında grupta olan hafif alkollü abilerle bir kanka oluyoruz çıkarıp abi fotoğrafımızı çekiyor hep beraber.-Vay kardeşim bu akşam bizlesin,beraber gezelim vallahi bırakmam muhabbetlerinden sonra otobüs son durağa geliyor vedalaşıp ayrılıyoruz.

İndiğimiz meydan yukarıda fotoğrafını paylaştığım beyaz bina önü.Geniş güzel bir meydan.Hatta gidende bizim otobüs.Otobüsten inince hemen karşıda(binaya sırtınızı verip) sahil kıyısında lokantalar,cafeler mevcut.

Cafelerde oturmak benim gibi öğrenci milleti için pek mümkün değil.Bir fincan kahvenin 10 euro üstünde satıldığı mekanlara uzaktan bakıyorum.Buralarda bu kadar para bayılmak istemeyenler yine inilen meydanda bulunan marketlerden içeceklerini alabilirler.Zira eski şehire girmeden depolamakta fayda var.Bakkallar arası aşırı fark etmesede eski şehirde fiyatların daha pahalı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ayrıca Dubrovnik'te su çok pahalı.Biralar 1,5-4 euro arası fiyatlarda satılırken,litrelik suları 3 euro'nun altında bulmak imkansız.Ama tabiki suya bu kadar para bayılmak olmaz.Çare olarak Dubrovik belediyesi harika bir çözüm bulmuş.Şehirde akan bütün çeşme sularından su içmek mümkün.Hatta ücretsiz olduğundanmıdır nedir suyu çok lezzetli.


Suyu yine aynı meydanda bulunan bu çeşmeden yanımda getirdiğim şişelere dolduruyorum.Normal zamanda olsa belki biraz utanabilirdim ama baktım ki herkes dolduruyor bende doldurdum.Doldurduğum yetmezmiş gibi bir güzelde enseyi falan ıslattım,otobüste Korelilerden üzerime sinen alkol kokusundan biraz kurtuldum.Çeşmenin adını hatırlayamıyorum ama son dönemde Dubrovnik'e yoğun bir Türk saldırısı olduğundan ve her gördüğümüz çeşmeye Aşk Çeşmesi dediğimiz için böyle bir isimlede anılıyormuş.
Çeşmeninde bulunduğu meydanda banklarda oturmak gayet eğlenceli.Banklarda ve önünden geçen caddede hemen her milletten insan dolaşıyor.Onları izlemek,gözlemlemek hoşuma gidiyor yaklaşık 15-20 dk orada takılıyorum.Banklarda yaşlılar ve yetişkinler oturmasına rağmen Hırvat gençler yavaş yavaş minik öpücüklerle başladıkları aşk seremonilerini abartıp ses çıkara çıkara öpüşmeye başlayınca burası karışır diyerek eski şehre girmeye hazırlanıyorum.

Bulunduğum noktadan zaten giriş gözüyor.Aramızda 200 metre mesafe var.Dubrovik hakkında çok belgesel izleyip, bi kaç bişey okuduğum bir yer.Okuduklarım ve dün akşam kısaca gördüklerime göre beni fazlasıyla heyecanlandırıyor.(Bosna'dan Hırvatistan'a gelirken okuduğum Kavşaktaki Bilgelik kitabını kesinlikle öneriyorum.Daha önce burada okurken hiç görmediğim ve bilmediğim bilgileri bu kitaptan edindim.Ben okuduğum sırada Türkiye'de basılmamış Hırvatistan baskısı yapılmıştı.Eğer şimdi basıldıysa mutlaka alıp tekrar okumak gerek.)
Şehire onu ana karadan ayıran denizin üstünden asma köprüden geçip,kale kapısı üzerinde gelenleri selamlayan şehrin koruyucu azizine'-Selamün aleyküm gardaş' deyip şehre giriyorum.
Giriş bir dış duvar,arada bulunan sahanlık ve son olarak iç duvarlardan oluşuyor.İnsanların inmesi için merdiven,at arabalarının inmesi için geniş bir yol yapılmış.İşte bu yoldan şehre doğru inerken kulağıma 'Görevimiz Tehlike' filminin müziği geliyor.O yöne doğru gittiğimde ise köşeyi kendine tutmuş gitar,şişeler,tefler,kemanlar ve çeşitli aletlerle müzik yapan sokak sanatçılarını görüyorum.

Biraz bakıp gitme niyetiyle oturuyorum ama abiler öyle bir çalıyor ki bırakıp gitmek mümkün değil.20 dk kadarda abileri dinledikten sonra tam gitmeye karar veriyorum ki abiler mola veriyor.Fotoğrafın sağında görünen abla gelip at bişeyler diyor.Bende tek bozuk param 1 euro yu veriyorum.Ama üzülmüyorum tabiki çaldıklarıyla 1 değil 5 euro da verilirdi fakat işte öğrencilik.Onun dışında isteyenlere abilerin grubunun cd'sinide satıyor bu abla.Fiyat: 5 euro.
Abileri geçip atların yürüdüğü yoldan(zaten o yol üzerinde çalıyorlar) sola dönüp nihayet şehire giriyorum.

Şehir inanılmaz kalabalık.Metre kareye düşen insan sayısının daha kalabalık olduğu bir yer daha önce görmemiştim.Yine sonradan öğreniyorum ki şehirde festival zamanıymış.Zaten dolup taşan şehrin birde festival zamanına denk geldiğim için böyle bir kalabalık var.

Festivalin adı;Libertas.Dubrovnikliler önemsiyorlar.Festivalin amacıda Dubrovnik şehri(eskiden ülkesi) kurulduğudan beri hiçbir zaman özgürlüğünü kaybetmemiş olması ve hür kalmasıymış.Kimi zaman başka devletlere(bunlardan biri Osmanlı) vergi vermek zorunda kalsalarda bağımsızlıklarını müdafaa edebilmişler.
Yazıyı çok uzun tutmamak adına Dubrovnik gezisini 2'ye bölüyorum.Bu 1.bölüm olsun.Bi'kaç gün sonra 2.bölümüde koyarım.Şimdilik bu kadar.
↧
We're all living in America -3-
New York, New York [Part-1]
Merhaba ciğerini yediklerim;
Öncelikle, yazıyı bu kadar geciktirdiğim için sizlerden özür dileyerek başlamalıyım. En az 3 ay once yazmam gerekiyordu bu yazıyı ama bir türlü nasip olmadı, kusuruma bakmayın. Ancak şimdi anlıyorum ne kadar hata ettiğimi, yazmaya başlayınca ne kadar özlediğimi fark ettim. Neyse, zararın neresinden dönsek kârdır sıkıntıya mahal yok.
2012 yılı malum olaylı yıl olacak diyolla. Dedim madem olacak, olayı yerinde tetkik etmek gerek. Nerden başlatsak yılı hareketli geçiririz? Şimdi üzerinize afiyet bunun için Times Square’den daha iyi yer bulamayız herhalde. Topladım bavulu valizi, aldım bizim çocukları, düştük yola. New York-D.C gidiş-dönüş otobüs bileti brüt 47 dolar. Gideceğin zamana gore daha da ucuzluyor tabi, o sizin yaban çakallığınıza kalmış.
Otobüsler hakkında konuşacak olursak öyle çok iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Kalite ve hizmet olarak Türkiye’deki firmalar çok daha iyi.Herhangi bir koltuk numarası satın almıyorsunuz bileti alırken. Herkes otobüse binip kafasına gore oturuyor. 4 saat yol gittik ne bir muavin ne bir kek-çay-kahve ikramı oldu. Esefle kınıyorum elbette bunu. Eminim ki burden ettiğim teessüf okuyucularımız tarafından bir çığ gibi büyütülerek Amerikan otoritelerinin kulağına gidecek, gerekli önlemleri almalarını sağlayacaktır.
Otobüs öye gara falan çekmiyor New York’a vardığınızda. Şehrin ortasına bırakılıveriyorsunuz. Ondan sonrası ha babam dolan dur.Sokakların zaten Numara Numara, harf harf sıralandığını söylememe gerek yok, gta oynar gibi yol buluyorsunuz, sıkıntı olmuyor. Biz de yürümeye başlıyoruz avare avare, bakına bakına. New York gören insanız tabi oturuşumuz kalkışımız, yürüyüşümüz, yemek yiyişimiz bi başka.
New York Metro Haritası
Şimdi buraya geldik geleli belli bir metro algısı var. Her yere bir şekilde metroyla gidebiliyoruz bir şekilde. D.C-Virginia-Maryland metro ağı gayet hoş, kat kat kurulmuş komplike bir yapı. Az çok da alışınca metroyu adamakıllı kullanmaya,insan her türlü metronun üstesinden gelebilecekmiş gibi hissediyor. Amma lakin kazın ayağı öyle değil sevgili dostlar. Metroya inip haritaya bakınırken far görmüş ceylan gibi kalakaldık. Neyse ki çok kuul ve elit olduğumuzdan bu durum pek uzun sürmedi de, dakikalar içinde duruma hakim olduk. Emin olabilirsiniz ki bir New Yorker dünyanın hiçbir metrosunda sıkıntı yaşamaz yer bulma konusunda. Belki Tokyo, ondan da emin değilim.
Yolda karnımız acıkınca bir “McDonald’s”a giriyoruz. Obbaoo, nası kalabalık nası kalabalık. Zaten buranın McDonald’s Burger King’lerinde hep inşaat işçileri yemek yiyor ıyk, Starbucks’ta da hep işsizler kahve içiyor, hep öyle. Muhtemelen yeni yıldan bir önceki gün olduğu için o kadar kalabalıktı mekan ancak New York’un yoğunluğundan dolayı sürekli bir kalabalık olduğu da belli. 30 dakikadan fazla oturmayın uyarıları var etrafta.
Yemeğin ardından Times Square’e doğru yürümeye başlıyoruz. Geri sayım 12’de ancak meydana girişler saat 6 gibi kapanıyor. Eğer neler döndüğünü izlemek istiyorsanız biraz daha erken girmelisiniz tabi ki. Biz de saat 3 gibi içeri girebildik. Sahneye yakın olmamıza ragmen yine de rahat görülebilir bir yer değildi bizim için. Ama olsun, içeri girebilmiştik bir şekilde. Asıl çile ondan sonra başladı işte. Trilyonlarca insanla birlikte 9 saat kadar geri sayımı beklemek zorundasın bebeğim. Hayat çok acımasız, seni tuvaletsiz bir caddenin ortasına bırakır işte bazen.
Arada bir, saat başı çerez niyetine geri sayım verdiler. Saat altıdan sonra falan konserler, komiklikler, şakalar başladı. Daha doğru düzgün Fransızca konuşamayan köylü, pis Fransızlarla, tüm iş gücünü Amerikalıların elinden alan Porto Riko’lu, efendime söyleyeyim Meksika’lı hanımefendilerle 9 saat dip dibe bekleştik. Şimdi düşündüğümde öyle çok büyük bir eziyet gibi gelmiyor ama orada beklerken bacak macak kalmayınca anlıyorsunuz ne demek istediğimi.
Konselerde Pitbull olsun, Castin Biber olsun, Lady Gaga olsun ne kadar budist rahip varsa toplayığ getirmişler. Pitbull zaten belediyenin kadrolu imamı gibi konserden konsere, mevlitten mevlide koşuyor garibim. Bir bakıyorsunuz yeni yıl partisinde Times’ta, bir bakıyorsunuz super bowl finalinde sahne alıyor. Adam rahat duramıyor tabi.
Tavsiyem, benim yaptığım yanlışa düşüp Castin Biber’e yüklenmemeniz. Seveni çok, yeminle pis pis baka baka erittiler suratımı, aman dikkat. Lady Gaga ablamızın da sahneye çıkıp millet coşturmasından sonra, geri sayım vakti ve ball drop geliyor. Ball drop, her yıla 30 saniye kadar once girişten önce, bir düğmeye basmak suretiyle yaklaşık bir buçuk metreküplük bir topun birkaç metre indirilişine verilen isim. Yeni yılı temsilen yapılan bir şeysi. Bu yıl düğmeye Lady Gaga ablamız bastı. Önceki yıllarda basan isimler Muhammed Ali, Hilary Clinton gibi insanlar, ayık olalım.
Ball Drop butoncuğu
Ahanda bu da ball
Meşhur geri sayım yapılıp saatler 12’yi vurduğunda 9 saatin yorgunluğu bir anda uçup gidiyor. Frank Sinatra meşhur gırtlağıyla “New York, New York” a başlıyor, insanlar dans etmeye koyuluyor, mükemmel bir ambiyans ortaya çıkıyor. Pek çok güzel dakikam içinde yerini almıştır o güzel dakikalar, hem de üst sıralardan.
Her şey bittiğinde elbette geriye inanılmaz bir çöp yığını kalıyor. Tüm eğlence sektörünün özeti olarak, New York'un en güzel ve aynı zamanda en berbat gününde insanlığa selam ediyorlar.
Her şey bittiğinde elbette geriye inanılmaz bir çöp yığını kalıyor. Tüm eğlence sektörünün özeti olarak, New York'un en güzel ve aynı zamanda en berbat gününde insanlığa selam ediyorlar.
Yazıyı ben de Serhat gibi ikiye böldüm, gecenin geri kalanı ikinci bir yazıda yer alacak. O zamana dek sağlıcakla kalın.
↧
Eve Dönülmeyen Zamanlar
Herkes bilir; herkes ölür.
Reddetmek, insanı ölümden kurtarmadığı gibi gelişini de daha korkutucu hale getirir ölümün. İnsanı büyüten, ona değer kazandıran şey ölümü kabullenebilmek ama kendini çaresiz hissetmemektir. Çaresiz hissetmezken aynı zamanda asla her şeye çare olamayacağını da anlamaktır. Çünkü ölüm, bize asla yenemeyeceğimiz şeylerin de varolduğunu hatırlatır. Kendimizden daha güçlü bir şeyin kesinlikle varolduğunu... İster tanrıya inanın, ister evrene; sizden daima güçlü bir şeyin sizi yenmek için bir yerlerde beklediğini bilirsiniz.
Ne bilim sizi her şeyin hakimi yapar, ne de hayalgücü.
Ölüm sizi hepsinden soyutlar.
Bir kelebeğin çiçeğe konuşu da umrunuzda olmaz, Shrödinger’in kedisi de.
Musa Teper ölürken de durum değişmemişti.
Ne adını bile duymadığı Shrödinger isimli zat-ı muhteremin kedisini, ne de canından çok sevdiği kızının bir akıl hastanesinin bahçesinde ona “ delireceğim hiç aklıma gelmezdi.” deyişi umurundaydı artık.
Caddenin ortasında boylu boyunca yatarken, ne kadar sıradan bir hayat sürdüğünü, insanı nelerin zorlayabileceğini, bir adamın mahvolması için gerekli olan acının kaç katını yaşadığını, ondan geriye bu dünyada ne kalacağını da düşünmedi Musa Teper.
Arkasında kimlerin kaldığını da pek düşünmedi vücudunda 14 kırık varken, her nefes alışında kaburgaları ciğerlerine ve kalbine biraz daha saplanırken. Pek kimse de kalmamıştı gerçi geride. Geri demişken, ellerinden uçan ekmek poşeti geldi aklına Musa Teper’in. “Keşke almasaydım.” diye düşündü gerçekten bir an. “Ölsem de almasaydım.” İnsanın ölürken bile bazı şeylere acıması çok garipti. Musa Teper ömrü boyunca ekmek israf olmasın diye çabalamıştı. Ölürken buna sebep olması onu üzmüştü elbette, neyse ki bu çok uzun sürmedi. Ekmeği unuttu Musa.
Ekmek almaya çıkıp bir daha dönmeyen adamlardan olmak istemezdi elbette. Ancak şartlar onu buna zorlamıştı. 1.65 boyunda, 110 kilo, kel bir adam olan Musa Teper sıradan bir hayat sürmüş, sıradan bir hayat sürmeyi de istemiş olmasına rağmen hep afili bir ölüm hayal ederdi kendisi için. 80 yaşında yatakta uyuyup bir daha uyanmamak onun istediği ölüm değildi. Bunu kimseye söylememişti elbette. Onun gibi bir adam için bu istek fazla “geyik”ti.
Ancak afili ölümünü yaşıyordu şimdi. Sadece o bilse de...Musa Teper caddenin ortasında boylu boyunca yatarken etrafına toplananlar için bu basit bir trafik kazasıydı. Karşıdan karşıya geçmek isteyen şişman adam, kırmızı ışıkta geçen manyaktan kaçacak vakte sahip değildi. Vuran araç hızla kaçmış, binlerce trafik canavarının arasına karışmış gibi görünüyordu.Ancak Musa biliyordu ölürken, bir kazaya kurban gitmek için fazla acı çekmiş bir adamdı o.
Ama üzülmedi. Gözyaşları çok önceden tükenmişti zaten.
Duyduğu son cümle, yanına çömelip kulağına eğilen takım elbiseli yakışıklı adamdan gelmişti.
“Musa Teper...” demişti ses fısıltıyla. “Artık denizleri yaracak kudrette olmadığını anlamışsındır...”
Romanın bir parçası bu. Romanın geneliyle çok alakalı olmadığı için okuyanlara sıkıntı yaratmayacağını düşündüm. tembellikten dolayı pek yazamıyorum ama editörlerim tembelliğim dışında gidişattan memnunlar. O şekil, okuyucularımızla da paylaşayım dedim. Sağlıcakla..
↧
Suskunlar
(...) Hacı iskender bunları anlatırken gözlerinde beliren imân ışıltıları sanki cehennem aleviydi. O böyle şeyleri anlatırken câmidekilerin soluğu kesilir, betleri benizleri atardı. vaazdan sonra, ateşten o kadar korkarlardı ki, evlerinde birkaç gün mangal yakmadıkları dahi olurdu. Ne var ki, korku yüreksiz bir insanın nefreti, nefret de cesur bir insanın korkusu olduğundan mıdır, sofuayyaş sâkinleri önce, Kalın Musa, mahdumu Veysel Bey, torunu Dâvut ve semâî kahvehanesi işleten amcaları Muhayyer Hüseyin Efendi’yle selâmı sabahı kestiler. Sonra da çocuklarını, evlerinden ne zaman bir nağme işitilirse, bu zındıkların kapısını penceresini taşa tutmaya azmettirdiler. Çünkü bu zındıkların cehennemden cezbedebilecekleri bir kıvılcım, ahşap evlerle dolu tüm mahallede devasa bir yangın çıkarabilirdi.(...)
Suskunlar, sayfa 50
![]()
Suskunlar, sayfa 50


Suskunlar, İhsan Oktay Anar'ın son kitabı. 2007 yılında basılan kitabı benim okumam 2009'u bulmuştur. İhsan Oktay Anar külliyatına da bu eserle giriş yaptığımı söylemeliyim. Suskunlar benim için böyle güzel bir insanı tanımama vesile olmuş, diğer eserlerini de okumaya heves etmemi sağlamıştır. Bazı insanlarla tanışıp yakınlaştıkça geçmişini öğrenmeye, onu daha yakından tanımaya başlarız ya, benimki de o hesap. Son romanından başlayarak geriye doğru güzel bir serüvendi İhsan Oktay Anar'ın eserleri.
Amat, Kitab-ül Hiyel, Efrasiyab'ın Hikayeleri ve elbette Puslu Kıtalar Atlası..
Tarihle, polisiyeyle, macerayla, fantastik kahramanlarla ilgili eserlerden hoşlanıyorsanız; göreceli karmaşık diliyle başa çıkabileceğinizi düşünüyorsanız, ve son olarak dünyaya bakışınızı değiştirecek kitaplar arıyorsanız, İhsan Oktay Anar müsebbibidir onların.
Ana dilin Türkçe olduğuna şükrettiren kitaplar listesindedir İhsan Oktay'ın eserleri.
↧
↧
Sunny-BoneyM
Bugün İstanbul'da hava acayip güzeldi.Cumartesi yağan aşırı yağmur,pazar günü olan nane molla havadan sonra bugün güzel yüzünü gösterdi güneş.Bende bunu koyayım dedim hep beraber coşalım eğlenelim..
Uyarı:Beyaz takımlı zenci abinin yaptıklarını evde denemeyiniz.
↧
Halk
Biz bu fakir halkın cebindeki 1 liracığı kapmak için yılda 300 film yaparız. Onu aldatmak, gözünü boyamak için akla gelmedik hikayeler uydururuz. Ağlarız, güleriz, uçarız.
Gazete sayfalarını süsleriz her gün. Apartmanlarımız, otomobillerimiz, katlarımız. Nasıl yatarız, nasıl kalkarız, kaç numara ayakkabı giyeriz, hangi çiçeği severiz. Sevgililerimiz, jigololarımız, şapkalarımız, bacaklarımız, kalçalarımız ve de aptallıklarımız. Bütün bunları yaşatan 1 liradır ve onun kaynağı halk. Zavallı halk.
Gazete sayfalarını süsleriz her gün. Apartmanlarımız, otomobillerimiz, katlarımız. Nasıl yatarız, nasıl kalkarız, kaç numara ayakkabı giyeriz, hangi çiçeği severiz. Sevgililerimiz, jigololarımız, şapkalarımız, bacaklarımız, kalçalarımız ve de aptallıklarımız. Bütün bunları yaşatan 1 liradır ve onun kaynağı halk. Zavallı halk.
Yılmaz Güney
↧
Pis Moruğun Anıları
-"Otur Stirkoff."
-"Sağolun, efendim."
-"Ayaklarını uzatabilirsin."
-"Çok lütufkarsınız, efendim."
-"Stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyorsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de. doğru mu bu, Stirkoff?"
-"Evet, efendim."
-"Dünyada geniş anlamda adalet sağlanabilir mi sence?"
-"Hiç sanmam, efendim."
-"Öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? Kendini kötü mü hissediyorsun?"
-"Son zamanlarda pek iyi değilim, efendim. Delirdiğimi düşünüyorum."
-"Fazlaca mı içiyorsun, Stirkoff?"
-"Elbette, efendim."
-"Çükünle oynar mısın?"
-"Sürekli, efendim."
-"Nasıl?"
-"Anlayamadım, efendim?"
-"Yani nasıl bir yöntem uygularsın?"
-"Dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. Müzik olarak da Vaughn Williams ya da Darius Milhaud yeğlerim."
-"Cam mı?"
-"Hayır."
-"Yahu vazoyu soruyorum, cam mı?"
-"Değil, efendim."
-"Hiç evlendin mi?"
-"Birkaç kez."
-"Evliliklerinde ters giden neydi, Stirkoff?"
-"Her şey, efendim."
-"Hayatının en iyi sevişmesini anlat."
-"Dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı…"
-"Tamam, tamam!"
-"Öyledir, efendim."
-"Daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?"
-"Evet, efendim."
-"Baban kötü bir insan mıydı?"
-"Bilmiyorum, efendim."
-"Ne demek bilmiyorum?"
-"Yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu."
-"Benimle kafa mı buluyorsun, Stirkoff."
-"Hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur."
-"Baban seni döver miydi?"
-"Sıra ile döverlerdi, efendim."
-"Hani bir baban vardı?"
-"Herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.
seni sever miydi?"
-"Kendinin bir uzantısı olarak, evet."
-"Sevgi başka nedir ki?"
-"İyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir."
-"Tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun, Stirkoff?"
-"Her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. aşk habersiz gelir gider."
-"Bir insanı sevmek mümkün mü sence?"
-"İyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim."
-"Sen bir korkaksın, stirkoff."
-"Kesinlikle, efendim."
-"Nedir senin korkak tanımın?"
-"Bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse."
-"Peki cesur kime denir?"
-"Aslanın ne olduğunu bilmeyene."
-"Herkes bilir aslanın ne olduğunu."
-"Herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim."
-"Budala tanımın nedir?"
-"Zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse."
-"Bilge diye kime denir o zaman?"
-"Bilge insan yoktur, efendim."
-"Öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz."
-"Özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. Başka şeylere bağımlı olmaksızın."
-"O dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu anlamıyor musun? Yanlış diye bir şey yoktur."
-"Anlıyorum, efendim. Olan olmuştur."
-"Kelleni vurdursam ne dersin?"
-"Bir şey diyemem, efendim."
-"Demek istediğim şu: Kelleni vurdursam ben irade sense hiç olursun."
-"Başka bir şey olurdum, efendim."
-"Benim seçimim doğrultusunda."
-"İkimizin de, efendim."
-"Rahat et! Rahat et! Uzat ayaklarını."
-"Çok lütufkarsınız, efendim."
-"Hayır, ikimiz de lütufkarız."
-"Elbette, efendim."
-"Demek delirdiğini hissediyorsun, stirkoff? Peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?"
-"Şiir yazarım."
-"Şiir delilik midir?"
-"Şiir olmayan her şey deliliktir."
-"Yani?"
-"Çirkinlik deliliktir."
-"Çirkin nedir?"
-"Kişiye göre değişir."
-"Delilik gerekli midir?"
-"Vardır."
-"Gerekli midir?"
-"Bilmiyorum, efendim."
-"Çok şey biliyormuş havalarındasın, Stirkoff. Bilgi nedir?"
-"Mümkün olduğunca az şey bilmektir
-"Ne demek o?"
-"Bilmiyorum, efendim."
-"Bir köprü inşa edebilir misin?"
-"Hayır."
-"Silah üretebilir misin?"
-"Hayır."
-"İkisi de bilgi ürünüdür."
-"Köprü köprüdür. silah da silah."
-"Kelleni vurduracağım, Stirkoff."
-"Sağolun, efendim."
-"Niye?"
-"Beni motive ettiğiniz için. Motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim."
-"Ben Adalet'im."
-"Belki."
-"Ben Üstün'üm. İşkenceye yatıracağım seni. Çığlıklar atacaksın. Ölümünü dileneceksin."
-"Şüphesiz efendim."
-"Ben senin efendinim, anlamıyor musun?"
-"Beni yönetebilirsiniz. Ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir."
-"Zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın."
-"Sanmıyorum, efendim."
-"Bana bak. Darius Milhaud, Vaughn Williams dinlemek de ne oluyor? Beatles'ı duymadın mı?"
-"Onları herkes bilir, efendim."
-"Onları sevmez misin?"
-"Onlardan nefret etmem."
-"Nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?"
-"Şarkıcılardan nefret edilmez."
-"Şarkı söylemeye çalışan birinden?"
-"Frank Sinatra."
-"Neden?"
-"Hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için."
-"Gazete okur musun?"
-"Sadece bir gazete."
-"Hangisi?"
-"Açık kent."
-"Gardiyan! Bu adamı işkence odasına götürün. Hemen işkenceye başlayın!"
-"Efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?"
-"Evet."
-"Vazomu yanıma alabilir miyim?"
-"Hayır, bana lazım."
-"Efendim?"
-"El koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! Ve bana biraz şey getir…"
-"Ne, efendim?"
-"Altı yumurta ile yarım kilo kıyma."
Gardiyan mahkümu dışarı çıkarır. Kral öne eğilip düğmeye basar. Vaughn Williams çalmaya başlar teypte. Bitli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder.
Pis Moruğun Notları-Charles Bukowski-
-"Sağolun, efendim."
-"Ayaklarını uzatabilirsin."
-"Çok lütufkarsınız, efendim."
-"Stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyorsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de. doğru mu bu, Stirkoff?"
-"Evet, efendim."
-"Dünyada geniş anlamda adalet sağlanabilir mi sence?"
-"Hiç sanmam, efendim."
-"Öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? Kendini kötü mü hissediyorsun?"
-"Son zamanlarda pek iyi değilim, efendim. Delirdiğimi düşünüyorum."
-"Fazlaca mı içiyorsun, Stirkoff?"
-"Elbette, efendim."
-"Çükünle oynar mısın?"
-"Sürekli, efendim."
-"Nasıl?"
-"Anlayamadım, efendim?"
-"Yani nasıl bir yöntem uygularsın?"
-"Dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. Müzik olarak da Vaughn Williams ya da Darius Milhaud yeğlerim."
-"Cam mı?"
-"Hayır."
-"Yahu vazoyu soruyorum, cam mı?"
-"Değil, efendim."
-"Hiç evlendin mi?"
-"Birkaç kez."
-"Evliliklerinde ters giden neydi, Stirkoff?"
-"Her şey, efendim."
-"Hayatının en iyi sevişmesini anlat."
-"Dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı…"
-"Tamam, tamam!"
-"Öyledir, efendim."
-"Daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?"
-"Evet, efendim."
-"Baban kötü bir insan mıydı?"
-"Bilmiyorum, efendim."
-"Ne demek bilmiyorum?"
-"Yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu."
-"Benimle kafa mı buluyorsun, Stirkoff."
-"Hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur."
-"Baban seni döver miydi?"
-"Sıra ile döverlerdi, efendim."
-"Hani bir baban vardı?"
-"Herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.
seni sever miydi?"
-"Kendinin bir uzantısı olarak, evet."
-"Sevgi başka nedir ki?"
-"İyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir."
-"Tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun, Stirkoff?"
-"Her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. aşk habersiz gelir gider."
-"Bir insanı sevmek mümkün mü sence?"
-"İyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim."
-"Sen bir korkaksın, stirkoff."
-"Kesinlikle, efendim."
-"Nedir senin korkak tanımın?"
-"Bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse."
-"Peki cesur kime denir?"
-"Aslanın ne olduğunu bilmeyene."
-"Herkes bilir aslanın ne olduğunu."
-"Herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim."
-"Budala tanımın nedir?"
-"Zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse."
-"Bilge diye kime denir o zaman?"
-"Bilge insan yoktur, efendim."
-"Öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz."
-"Özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. Başka şeylere bağımlı olmaksızın."
-"O dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu anlamıyor musun? Yanlış diye bir şey yoktur."
-"Anlıyorum, efendim. Olan olmuştur."
-"Kelleni vurdursam ne dersin?"
-"Bir şey diyemem, efendim."
-"Demek istediğim şu: Kelleni vurdursam ben irade sense hiç olursun."
-"Başka bir şey olurdum, efendim."
-"Benim seçimim doğrultusunda."
-"İkimizin de, efendim."
-"Rahat et! Rahat et! Uzat ayaklarını."
-"Çok lütufkarsınız, efendim."
-"Hayır, ikimiz de lütufkarız."
-"Elbette, efendim."
-"Demek delirdiğini hissediyorsun, stirkoff? Peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?"
-"Şiir yazarım."
-"Şiir delilik midir?"
-"Şiir olmayan her şey deliliktir."
-"Yani?"
-"Çirkinlik deliliktir."
-"Çirkin nedir?"
-"Kişiye göre değişir."
-"Delilik gerekli midir?"
-"Vardır."
-"Gerekli midir?"
-"Bilmiyorum, efendim."
-"Çok şey biliyormuş havalarındasın, Stirkoff. Bilgi nedir?"
-"Mümkün olduğunca az şey bilmektir
-"Ne demek o?"
-"Bilmiyorum, efendim."
-"Bir köprü inşa edebilir misin?"
-"Hayır."
-"Silah üretebilir misin?"
-"Hayır."
-"İkisi de bilgi ürünüdür."
-"Köprü köprüdür. silah da silah."
-"Kelleni vurduracağım, Stirkoff."
-"Sağolun, efendim."
-"Niye?"
-"Beni motive ettiğiniz için. Motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim."
-"Ben Adalet'im."
-"Belki."
-"Ben Üstün'üm. İşkenceye yatıracağım seni. Çığlıklar atacaksın. Ölümünü dileneceksin."
-"Şüphesiz efendim."
-"Ben senin efendinim, anlamıyor musun?"
-"Beni yönetebilirsiniz. Ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir."
-"Zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın."
-"Sanmıyorum, efendim."
-"Bana bak. Darius Milhaud, Vaughn Williams dinlemek de ne oluyor? Beatles'ı duymadın mı?"
-"Onları herkes bilir, efendim."
-"Onları sevmez misin?"
-"Onlardan nefret etmem."
-"Nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?"
-"Şarkıcılardan nefret edilmez."
-"Şarkı söylemeye çalışan birinden?"
-"Frank Sinatra."
-"Neden?"
-"Hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için."
-"Gazete okur musun?"
-"Sadece bir gazete."
-"Hangisi?"
-"Açık kent."
-"Gardiyan! Bu adamı işkence odasına götürün. Hemen işkenceye başlayın!"
-"Efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?"
-"Evet."
-"Vazomu yanıma alabilir miyim?"
-"Hayır, bana lazım."
-"Efendim?"
-"El koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! Ve bana biraz şey getir…"
-"Ne, efendim?"
-"Altı yumurta ile yarım kilo kıyma."
Gardiyan mahkümu dışarı çıkarır. Kral öne eğilip düğmeye basar. Vaughn Williams çalmaya başlar teypte. Bitli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder.
Pis Moruğun Notları-Charles Bukowski-
↧
Islak Minibüsler
↧
↧
Yeni Evim
Böyle ev istiyorum dostlar.Gürültüden kaçayım,kırlarda dolanayım yeri gelsin Hobbit kankalarımla biralarından içelim,tütün çiğneyelim,meşenin altnda oturalım böyle şeyler yapalım.
En büyük derdim o gün hangi ağacın altında oturup aylaklık yapacağıma karar verememek olsun istiyorum.Eşim dostum gelsin,kafayı vurmamak için eğilmek zorunda kaldığımız güzel evimizde sabahlara kadar muhabbet edelim.Ocakta kaynayan çayımız olsun yanına kek çıkaralım evin önüne koltukları atıp ayaklarımızı çimlere basalım.Çokmu bu istediklerim ??
↧
Birkaç Küçük Anekdot
Uzun bir aradan (buradaki uzun kelimesi maalesef 6 ay gibi bir süreyi içerebiliyor) sonra nihayet kendimi buraya yazarken buldum. Burada bulunma sebebim olan SalihKarapinar başta olmak üzere, diğer yazar arkadaşlara karşı sorumluluk hissettiğim ise yadsınamaz bir gerçek. Daha da önemlisi buraya yazmadığım zaman içerisinde e-mailleriyle destek olan izleyicilerimize de teşekkür etmeyi kendime borç bilirim. Kendileri üretkenliğimizin düştüğü bu süreç içerisinde çeşitli eylemlerle (bknz:Turkcell Blog Ödülleri’nde yapılan usulsüzlüğe tepki için New Orleans yürüyüşü, Turkcell Blog Ödülleri’ndeki yandaş jüri zihniyetine karşı Zürih’teki sembolik tiyatro ve basın açıklaması) destek oldular. Eşsiz takipçilerimiz bizim her zaman övünç kaynağımız olacaktır. Kapitalist sistemin dev bir parçası olan,yapay, egoist ve yandaş kuruluşların verdiği bazı ödüller bunu asla değiştirmeyecektir.
![]() |
New Orleans'taki takipçilerimizin yaptıkları eylemden bir kare |
![]() |
Orantısız güçten kendi payına düşeni alan genç arkadaşımız Kafasına 12 dikiş atılmış olup geçen hafta N.O Devlet Hastanesi'den taburcu olmuştur. |
Ben sorumlu, özgür bir genç adam olarak kendilerine destek olmak ve de sansürcü zihniyete karşı koymak adına bu günden itibaren blogdaki yazılarıma devam etme kararı aldım. Günlük yaşamdaki anlamsız, ucuz anıları anlamlı kılabilmek için; bazen eğlenceli, bazen ironik, bazen de duygusal bir dille tekrardan aranızda olmaktan mutluluk duyacağım. Tüm genç adamları da üzerilerine düşeni yapmaya davet ediyorum.
Esenlikle kalınız.
↧
Kimler Geldi Kimler Geçti
"1541. Bu yılın 1 mart günü, Kral Elessar göçüp gider. Denir ki, Meriadoc ve Peregrin'in mezarları büyük kralın mezarının yanına getirilmiş. Sonra Legolas İthilien'de gri bir gemi yapmış Anduin'den aşağı, deniz'in ötesine yelken açmış; denir ki, Cüce Gimli de yanındaymış. ve o gemi de gittiğinde, Orta Dünya'da Yüzük Kardeşliği'nden kimse kalmamış."
↧
Genç Adamlarla Röportajlar: Ömer Güney Günçıkan
Merhaba değerli okurlar;
Uzun bir aranın ardından yeni bir uygulamayla sizlerleyiz. Artık her ay, düzenli olarak bir genç adamla yapılmış röportajlar yayınlayacağız blogumuzda. Sanat,spor, ticaret dünyasının önde gelen genç adamlarıyla, keyifli sohbetlerimize sizler de davetlisiniz.
İlk röportajımız şair,gastronom, eleştirmen, boksör, ve romancı ve son dönemdeki Korece argo sözlüğüyle gündeme bomba gibi düşen Ömer Güney Günçıkan’la. Güney Beyle Moda’daki evinde görüştük. Kahveler getirildi, Güney Bey sigarasını yaktı ve sohbet başladı.
Evet, Güney Bey, hayat nasıl gidiyor?
Hayat zor, üniversite hayatı, hayat kavgası yoruyor insanı. Üniversiteye girmeye çalışmak üniversitenin kendinden daha fazla yoruyor bilirsiniz. Bu yeni döneme adapte olmaya çalışıyorum. Bu yeni dönem de bana adapte olmaya çalışıyor elbette.
Her şeyden önce şunu sormak gerek belki de, Ömer Güney Günçıkan kimdir, neler yapar?
Hayat hikayenizi dinleyerek başlayalım.
Hayat hikayemi, bu röportajı okuyacak olanlar, “Ömer Güney Günçıkan: BAŞARIM” adlı kitabımdan ayrıntılı bir şekilde edinebilirler. Ancak üzerinden hafifçe geçmek gerekirse, 1991 yılında İstanbul’da doğdum, Ssk - Numune - Mavi Yatak Örtüsü (bildiğiniz üzere), işte ağlamışım falan, o zaman öngörüşlüyüm çünkü, kafa açık. Hani doğar doğmaz ağlıyorum, ben böyle bir dünyaya gelmek istemiyordum ama bu durakta indim.
Moda’da mı?
Hayır. Ben Ssk çıkışlıyım. İlk evimiz Erenköy’de, o dönemi fotoğraflardan yakaladım pek yaşadığımı hatırlamıyorum yarım yarım her şey.
Ne kadar yaşadınız Erenköy’de?
5 yıl. Ama hatırlamıyorum oralar silik bende. 6 yaşımda falan ben hatırlamaya başladım, o zaman da Göztepe’deydik, ilkokulumun hemen yanındaydı ev, çok güzel bir unsur tabi bu. O döneme dair pek anım yok, başıma çok basketbol topu yemiştim ilkokulda, darbeler yüzünden çok hatırlayamıyorum. Ama şunu hatırlıyorum, o dönemler oralar çok sıkıntılıydı. Ekmeği, karneyle alıyorduk biz o zamanlar, bizim dönem öyleydi. İsmet Paşa’nın işleri bunlar. Sonra bir ara Kore’ye gittim geldim ama bunlar savaş dönemi anılarım.
Kore’ye ilişkin konuşmamız gerekirse, neler yaşadınız, nasıl günlerdi?
Şimdi o dönem savaş var Kore’de, biz de destek birliği olarak yardıma gittik. Benim resmi olarak söyleyebileceklerim bu kadar, istihbarat bilgileri sebebiyle konuşmam yanlış olur. Ancak detaylı bilgi isteyenler Wikipedia’ya Kore Savaşı olarak girerlerse benim söyleyemediklerimi de öğrenebilirler.
Peki, Kore’de savaş esnasında bir sanat danışmanlığı durumunuz oldu galiba.
Oldu, oldu evet bana danıştılar. Koreliler bana danıştı.
Kore dönüşünüzde bir kriz çıktı yanlış hatırlamıyorsam.
Evet o da oldu. Uçak biletini almış geri dönme hazırlığı içindeyken Koreliler birbirleri arasında ihtilafa düştü. Bir kısım dedi ki: “Bu Türk bize çok zarar verdi bu gitsin.” Bir kısım da dedi ki: “Biz bunu çok sevdik ,biz buna çok danıştık, Güney Bey burada kalsın.” Gitsin-kalsın-gitsin-kalsın derken bu bir kısım Koreli beni çok sevdiğinden dolayı isimlerini Güney Koreliler olarak değiştirdi. “Güney kalsın, Güney Kore’dir, Kore Güney’dir” derken bunlar Güney Kore oldu. Benim gitmemi isteyenler de, madem siz güneysiniz biz de kuzey oluruz ulan! diyerek Kuzey ismini aldılar. Bunlar ayrıldı, ben gittim gideli bunlar hala savaşır.
İlginç. Altıncı sınıfta mı dönmüştünüz Kore’den?
Uçakta ikinci sınıf, ekonomiyle uçtum. 658. Sefer, B4. Hala hatırlarım önemli bir yeri vardır bende. Ama okuldan bahsediyorsak evet altıncı sınıf oluyor. Şanslıyım ki savaş esnasında sigara denen merete hiç bulaşmamışım. Savaştayım, ciğerimin açık olması lazım. Yeri geliyor günde 60-70 kilometre koşuyoruz, bu önemli. Kore arazisi de zorlu, herkes koşamaz yani.
Muhakkak. Lise dönemi de başladı tabi bu arada, değil mi?
Ortaokul da bitince, lise için okul arıyorduk ne yapsak ne etsek diye. Sonunda, aklın yolu bir, evin en yakınındaki liseyi seçelim dedik. Kadıköy lisesini böyle tercih ettik. Kore dönüşünde zaten Moda’ya taşınmıştık. Burası bir yuva olarak çepeçevre sarmıştı bizi.
Lisenin o dalgalı yılları nasıl vurdu sizi?
İlk sigara, ilk aşk, ilk hüzün, ilk gülücükler, ilk kalp kırıklıkları.. Bunlar hep lisedir benim için.Sonuçta genç adamız; kalbimizde bulunsun diye, biz de bir kız sevdik.(Derince iç çekiyor) Olmadı, olduramadık..
Peki bir Genç Adam olarak, en derin hüznünüz bir reddedilmişlik midir, yoksa boğazınızda düğümlenen bir soru mu?
Bizim mazimiz komple reddediliş üzerinedir. Ama ben de onu seviyorum, reddedilmeyi seviyorum. İlişki tanımım bu. (Sigara yakar)
Lisede yönelişleriniz nasıl oluştu?
Lisem deniz manzaralıydı, en üst katta da sözel sınıfları vardı. Manzaram güzel olsun, geniş geniş okuyayım diye sözele yöneldim. Denize baka baka bitirdik liseyi. İçdünyam da bu şekilde açıldı, deniz var çünkü. Evde de deniz manzarası var, belirteyim bu arada, özellikle kızlar için.
Evde üç bin kadar kitap var, zor oldu mu böylesi bir kitaplığa sahip olmak?
Bu sayı on bin kadardı. Ancak yer sıkıntısı çektiğimiz için çoğunu dağıtmak zorunda kaldım.
Peki, Güney Bey, Ömer mi, Güney mi?
Sana hangisi lazım?
Bir dönem dövüş sporlarıyla ilgilendiniz. Şiddete bakışınız nasıldır?
“Şiddet kullanmamak iyidir, gerektiği sürece.” Malcolm X. abimizin de dediği gibi.
Peki, Ömer Güney Günçıkan hayata nasıl bakar?
Şimdi şöyle açıklayayım, “sağ 1.50, sol 1.25” miyop. Ben öyle görüyorum neticede.
Röportajın asıl konusuna gelirsek, neden Korece bir argo sözlük yazma ihtiyacı hissettiniz?
Kendimden bir örnekle açıklamam en iyisi sanırım. Şimdi benim okulumda, Bahçeşehir Üniversitesinde “advertiser”ım ben, “advertiser” olmak zor iş, “advertiser” olmak bunu gerektiriyor, bunun için. Bir de şöyle bir nokta var. Hepimizin hayatında, Koreliler mevcut. Şimdi düşünseniz mutlaka aklınıza Koreli bir arkadaşınız, sevgiliniz, akrabanız gelecektir. Belki de siz kendiniz direk Korelisiniz. E konuşuyorlar kendi aralarında, anlamıyoruz. En azından küfür falan ediyorlarsa bilelim, insanımız da bilsin istedik.
Ama neden Korece-Japonca sözlük? Neden Korece-Türkçe değil?
Şimdi o bölge, asya bölgesi çok karışık bir bölge. Orada Kore var, Japonya var, Filipinler var, Çin var,varoğlu var. Bizim Kore’yle bir işimiz yok, ama bunlar aslında hepsi tek ülke. Tek din, tek bayrak. Hepsi Çinli, hepsi çekik gözlü. Ben aralarındaki bu tartışmaya bir son vermek için birbirlerini anlasınlar diye yaptım. (Gülüşmeler)
Yeni roman ne zaman geliyor?
Çalışmalar güzel gidiyor, ay sonuna muhtemelen hazır olur. Kentsel dönüşümle evlerinden atılan bir halkın, bir güruhun, acı dolu hikayesi.
Kaç kişilik bir güruh?
6.
Blogumuzu takip ediyor musunuz? Görüşleriniz nelerdir?
Blogunuzu çok dolaştım, çok methettiler, baktım çok hoşuma gitti. 33 bin tık almış zaten, sanırsam yazar birkaç arkadaş daha var, onlar da iyi. Onlar hakkında da bir eleştirim var aslında: Çok yazsınlar, daha çok yazsınlar. Artık sosyal medyayı kullanıyoruz , sosyal ağları kullanıyoruz . 33 bin tık genç beyinler için az bir sayı olmalı. Mesela 35 bin tık, neden olmasın? Yani yazar arkadaşlar sabah uyansın kendilerine bi sorsun. “Bugün neden 50 bin tık değil?” Bunu bir sorsunlar. Çok çalışsınlar.
Son sorumuz da klasik olsun, gençlere ne tavsiye edersiniz?
13’ten 16’ya kadar beklesinler, hayatlarına devam etsinler . 17-18 oturup ders çalışsınlar, önlerinde üniversite var. Hele genç kızlarımız, askerliği kısaltmaları lazım. 19’dan 24’e kadar olan genç kızlarımız beni facebook’ta ve twitter’da bulabilirler. Facebook’tan eklesinler, abone olmalarına izin vermiyorum. 24’ten 27’ye kadar olanlar da dünya ahret bacımdır, onlar da işlerine çalışmaya devam etsinler.
http://www.facebook.com/omerguney
https://twitter.com/GuneyOmerG
Ömer Güney Günçıkan'a bu samimi sohbetinden dolayı Genç Adamsın ailesi olarak teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.
↧
↧
Genç Adamsın Blog Ödülleri
↧
Açlıkla Terbiye
Açlıktan başım dönüyordu. Arkadaşlarım evimden gideli yaklaşık 5 saat oluyordu ve ben hala yemek yememiştim. Karnımdan yükselen garip sesler, kulaklarıma işkence ediyordu. Yemeksepeti.com'dan yemek istemeyi düşünmüştüm fakat neyle? Bildiğim kadarıyla restoranlar öpücükle yemek getirmiyordu. Paraya ya da yemeğe ihtiyacım vardı.
Sonra aklıma onlar geldi. O buzlukta duran, kızartılmayı bekleyen, babalar gibi bir kilo köfte.
Heyecandan elim ayağıma dolaştı. Sevinç çığlıkları atıyordum ve bunun şerefine bir sigara yaktım. Sigaramı içime çekerken aklıma geldi; ben köfte yapmayı bilmiyordum!İnanamıyordum, neden her şey ters gitmek zorundaydı? Önce pazartesi günü olan iki vize, şimdi de köfteler. Tanrı benimle oynuyor olmalıydı. Ne yapmıştım ki böyle bir sınavla beni sınıyordu? Kimi üzmüştüm de beni cezalandırıyordu? Bir anda kafama dank etti; Onur. Benden pijama istemişti ve ben "Kanka, son pijamayı Batuhan kaptı, sana bir sikim kalmadı. Yat zıbar lan öyle!" demiştim. Yapboz parçaları yerine oturmaya başlamıştı. Her şey berraklaşıyor, aydınlanıyordu. Peki ne yapmalıydım? Hemen diz çöküp tanrıya yalvarmalı mıydım, yoksa komşuya gidip yemek ya da para mı dilenmeliydim? Komşuya gidemezdim çünkü aileme "Ateş bir bok beceremiyor, gelin besleyin bunu." demelerini istemiyordum. Ben güçlüydüm, gerekirse aç kalırdım, ama adıma leke sürdürtmezdim.
Hemen tuvalete gittim çünkü tuvaletim gelmişti. Tuvaletimi en güzel şekilde yaptıktan sonra lavaboya doğru, ellerimi yıkamak amacıyla yola koyuldum. Yaklaşık 57 santimetrelik klozet-lavabo arası yolculuğum boyunca tek düşündüğüm yemek, tek istediğim o köftelerdi. Hayat bana kötü davranıyor olabilirdi ancak henüz her şey bitmemişti.
Yaklaşık 2 ay önce aldığım, yeni telefonumu aramaya koyuldum. Telefonumu elime alıp rehbere girdim ve annemi aradım. Bir bayan çıkıp "Hattınızda kontör yok, lütfen belanızı siktirmeyiniz." tarzında sözler söylüyordu. Telefonu kapadım ve her öğrenci gibi, anneme ödemeli attım. Cevabın gelmesi çok uzun sürmedi. Önce kısaca "Görüşeceksiniz amına koyim! Sakin ol." yazan bir bildirim, daha sonra "Aradığınız abone resmen yüzünüze kapattı. Öz anneniz bile sizi takmıyor artık lan haha!" tarzında ikinci bildirimi aldım. Çok kısa bir süre sonra telefonum çalmaya başladı, annem arıyordu. Telefonu açtığımda sesi çok meraklı geliyordu. "Ne oldu annecim?" dedi. "Ya anne bu köftelerin olayı ne? Tavaya yağ dökeceğim, köfteleri koyacağım, ama yağ üstüme başıma sıçrarsa ne olacak?" dedim. "Yerlere gazete ser, kısık ateşte yap, sıkıntı olmaz evladım." dedi. Haklıydı. En başından neden düşünememiştim?
Gerekli hazırlıkları tamamladım ve köfte yapım sürecini başlattım. Tava arama işi en zor bölümüydü aşçılık maceramın. Tavayı ararken kafamı dolaba çarptım. Dudaklarımdan hayvanca küfürler döküldü. Tanrıya şükürler olsun ki komşularım küfürlerimi duyamayacak kadar yaşlı ve iyi niyetliydiler. Ama yine de o pis komşu karısını sevemiyordum bir türlü! (Neyse, konudan sapmamalıydım.) Tavayı buldum ve ocağa yerleştirdim. Ocağın çakmağını çaktım ve ateşi yaktım. Ocakta kızan tavaya yemek kaşığı kadar fındık yağını ekledim, yağ tüm tavaya yayılsın diye tavayı elimle kaldırıp hafifçe oynattım. Kısa süre sonra köfteleri koydum ve yemeğimin hazır olmasını beklemeye başladım.
Başarmıştım, zafer benimdi, aç uyumayacaktım bu gece. Köftelerimi afiyetle yerken, beni hayattan soğutmaya yetecek, bütün çabalarımı boşa çıkartacak bir şey fark etmiştim. Şok olmuştum, kendime geldiğimde hatırladığım sadece şu sözlerim olmuştu; "Amına koyayım! Bozuk lan bunlar!"
↧
Genç Adamlarla Röportajlar: Safa Ahmet Gürbüz
Merhaba değerli okurlar;
Genç adamsın ailesi olarak bu kez ünlü sinema eleştirmeni, sanat yönetmeni, yazar, şair,gurme, Türkiye windsurfing barış elçisi ve müteahhit Safa Ahmet Gürbüz’ü ağırlıyoruz.
Kendisiyle sanattan spora, sinemadan inşaata, Hollywood’dan Afrika’nın ücra köşelerine uzanan geniş bir yelpazede sohbet ettik. Boğaziçi Üniversitesi Hisar Kampüsünde buluştuk, kahveler söylendi ve sohbet başladı. (Yazının ilerleyen bölümlerinde spoiler'lar olabilir, şimdiden uyaralım.)
Merhabalar Safa Bey, nasıl gidiyor hayat?
Nasıl olsun efendim, uğraşıyoruz, koşturuyoruz.Teşekkür ederim.
Öncelikle şöyle soralım, Safa Ahmet Gürbüz kimdir, ne yapar?
Beni bilenler zaten bilir, ama tanımayan ufak bir azınlık varsa da açıklamak lazım tabi.Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nde İnşaat mühendisliği okuyan biridir Safa Ahmet Gürbüz. Ama onun ötesinde şöyle açıklamak gerekir, kesin olmamakla birlikte 500-600 filmin sanat yönetmenliğini yapmış ayrıca Türkiye windsurfing barış elçiliğini halen sürdürmekte olan, ve pek çok yeteneğini de saklı tutan bir insandır işte. Orta Amerika'daki Gürbüz soyundan gelmekteyim. Belli bir dönem Ari Gürbüz ırkını ortaya çıkarmak için çeşitli çalışmalarda yer aldım. Brezilya, Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, İspanya, Gürcistan, Rusya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde deneysel çalışmalarda, projelerde yer aldım. Gürbüz ırkı projemiz malesef rafa kaldırılmak zorunda kaldı, bu konu hakkında konuşmak istemiyorum ama.Böyle kısaltmaya çalışalım.
Barış elçiliğinin üstünde duralım biraz isterseniz.
İnsanlar bu durumu pek anlamıyorlar.Ama windsurfing dünya barışı için çok önemli bence. Kelime anlamı “uçan mutlu fil yavrusu”, bildiğiniz gibi windsurf’ün, Latin kültüründen dünya literatürüne geçmiş bir kelime, ancak biraz da Anglosakson yönü yok değil. Çünkü bildiğiniz gibi İngiltere, okyanusun ortasında bir ülke, e böyle olunca windsurf’e her zaman ilgi duymuş bir kültür ve bunu hep barış için kullanmışlar. Bunun en büyük kanıtı şudur, hiçbir donanmanın windsurf birliği olduğunu görmezsiniz mesela. Ancak tüm barış güçlerinin elbet bir şekilde windsurf’le bir ilgisi vardır.
Sizden önce Nasuh Mahruki bu işle uğraşıyordu değil mi?
Yani, şimdi herkes yapacağı işi düzgün seçmeli. Yani..Ben en iyiyim demiyorum.Ama en iyiyim.Yani bunu tartışmanın gerçekten bir anlamı yok. Bana yenildi ve gitti, bu kadar basit. Tartışmayı da gerçekten uzatmayalım.Bu doğanın bir kanunu.Kapitalizm de bunu gerektiriyor. Benim de başıma geldi.
Mesela Ali Ağaoğlu’nu ele alalım.Ali Ağaoğlu benim gerçekten merakla takip ettiğim bir müteahhit.Zaten aynı sektördeyiz, biliriz birbirimizi.Şu anda “Maslak 1453” isimli projesi var. Direkt bu şekilde ifade etmek istemezdim ama o benden çalıntı mesela.Ama konuyu uzatmak istemediğim için bir şey söylemek istemiyorum.
Projeyi biraz daha açar mısınız?
(İç çekerek) Yaklaşık 87 yıllık bir proje, ilk imzayı ben attım projeye.Başlangıçta proje ismi “İstinye 1071”di, ama bildiğiniz gibi 87 yıl önce İstinye bomboş bir araziydi.Ali benden öğrendi tabi bi şeyler, ama benim hiç aklımda yoktu onun böyle bir şey yapabileceği.Projeyi benden çaldığı dönemde İstinye tabi biraz dolu olduğu için projeyi Maslak’a kaydırdı, Osmanlı hayranlığından da 1453 ile değiştirdi adını. Ayrıca sürekli sarfettiği “Bu değil, bu değil, bu hiç değil, beni anlamıyorsunuz!” lafları da benim laflarımdır. Onlar da benden.Sonuçta ben bir barış elçisiyim, ben insanları mutlu etmeye çalışan sevecen bir müteahhitim.Benim 87 yılımı verdiğim süreci 3 dakikalık reklamla yerle bir etti.
Hakkınızı helal ediyor musunuz?
Düşünmem lazım.
Biraz da sinema hakkında konuşalım.Son dönemde şikayetçi olduğunuz konular var. Belki de en popüleri olan, vizyondaki son James Bond filmi “Skyfall” hakkında oldukça tartışma çıktı sizin adınıza.Sinema sektöründe Safa Ahmet Gürbüz kimdir?
Sinema sektörüne girişim, inşaat sektörüne girişimle yaklaşık olarak aynı.Aşağı yukarı 85-90 sene evvel Los Angeles’ta gavur güneşi altında kavruluyoruz.Hollywood demek biz demek, bütün o alanın müteahhiti benim.Hatta bakınız şu da ilginç bir noktadır, orada “Hollywood”da iki “L” olmasının tek sebebi benim.Normalde “holy” bildiğiniz gibi tek “L” ile yazılır.E bizim ingilizcemiz o zamanlar zayıftı tabi, iki “L” ile yazdık. 300-350 bin kadar ağaç kestik ama oradan da güzel malzeme çıktı.
("Yanlışlık olsa da tamamen iyi niyetimizden.")
E biz Hollywood’u kurduk ama in cin top oynuyor. Ne yapsak ne etsek derken,dedik bari bu kadar stüdyo falan kurduk boşa gitmesin film çekelim. Daha insanlar film çekmek ne demek bilmezken ben sanat yönetmenliği yapıyordum. Siz benim şu anda sinema eleştirmenliği yaptığıma bakmayın, beni sektörün dışına resmen itelediler. Benim asıl işim sanat yönetmenliği.Benim eleştirmenliğim zorakidir.Benim dışlanmam şu şekildedir, bilirsiniz Vertigo çekimi diye bir şey vardır.Onu ben yaptım, o tamamen benim eserimdi ve tamamen kıskançlık sebebiyle benden çalındı.
22 tane Bond filminin tamamının sanat yönetmenliğini ben üstlendim. O uçan-kaçan, su altına giren arabaları, kenarından köşesinden bıçak çıkan çantaları, ayakkabıları hep ben kendi ellerimle yaptım. Mekan-kostüm-müzik, bunların hepsi bana aittir. Ama görüyorsunuz ki, değil çalışmaya, Skyfall’un galasına bile davet edilmedim.
Sinema sektöründe artık klişeye dönüşmüş tüm soundtrack’ler de size ait değil mi?
Tabi, James Bond, Görevimiz Tehlike, Kill Bill, Son Mohikan..Bunların hepsi bana ait, hatta durun ıslıkla çalayım.(Islık çalmaya başlıyor.)Yok, yok burada rüzgar var olmadı şimdi.Evde yapıyorum ama.
Neyse bunları geçelim, bunlar popüler filmler, ben bunların dışında pek çok kült filme de imza attım. Pulp Fiction’da Tarantino neden hep ayak vurgusu yapar? Benim ayak fetişim var da ondan!
“200 yönetmene yetecek marjinallik var bende.” demişsiniz.Doğru mudur?
Ya tabi doğru. Sinema sektöründeki çoğu gelişme benden çalmadır, anlatıyorum ya size. Mesela “Oldboy” Güney Kore sinemasına ait bir eser, ama filmin tüm senaryosunu ben türkçe yazdım.İşte orada bazı karışıklıklar oldu, çekimlerde karakterlerden biri kızkardeşiyle biri de kendi kızıyla cinsel ilişkiye giriyor ama bu tamamen çeviri hatasından kaynaklanır.Ben böyle bir şey yazmadım, yanlış anlamışlar.Zaten senaryoyu Güney Günçıkan’ın Korece-Japonca sözlüğe gore çevirmişler.E senaryo Türkçe, sen onu Japonca sözlükle çevirirsen tabi yanlış olacak.
("Normalde çekiç değil levye olacaktı" diyor Gürbüz ve ekliyor "Chan-wook Park'ın da Allah belasını versin.")
Pek çok Uzak Doğulu yönetmenle çalıştınız, bu bölgeye sizi çeken neydi?
Şimdi, bildiğiniz gibi bunların hepsi Çinli, bunların hepsi gözleri kısık insanlar.Ve gerçekten, olaylara baktıkları zaman tam olarak göremiyorlar.E görmeden de film yapılmaz, gel bi bak tam doğru yapıyor muyuz diye yardım istediler, kıramadım.Şirin insanlar neticede.
Fight Club’ta yaşadığınız sorun neydi?
Ya yönetmenle ufak bir sorun yaşamıştık, o benim kostüm yorumlamamı anlamamış tam olarak, ben normalde iki karaktere de aynı kıyafetleri giydirecektim, yönetmen anlamamış. Zaten filmde gördüğünüz gibi Tyler Durden acayip acayip kıyafetler giyiyor, bi atlet giyiyor bi kırmızı gömlek giyiyor bi kürk giyiyor. Halbuki ben onlara çok güzel iki tane memur takım elbisesi ayarlamıştım efendi efendi. O film çok yanlış yorumlandı, zaten doğru düzgün sanat yönetmeni olmayınca beni kovunca ,işi bağlayamadıkları için Tyler’ı da yoketmek zorunda kalmışlar, saçma sapan bir iş olmuş.
("İki mazbut devlet memurunu anlattığımız filmi heba ettiler" diyor genç eleştirmen.)
Stanley Kubrick’le olan ilişkinize gelirsek..
Kubrick demeyin bana, hala sinirliyim zaten.Bir sanat yönetmeni olarak her tarafta serğiştirdiğim ayrıntıları alıp illuminati saçmalıklarıyla değiştirmiş.Böyle rezalet olmaz. Zaten “Eyes wide Shut”ın hemen ardından ölümü de bundandır, çok sinirimi bozmuştu.
İnşaatı sanatla birleştirme fikriniz nereden çıktı?
Bu ilginç bir durumdur, Trabzon halkının isteğiyle sanatsal bir proje ortaya koyalım dedik.Bu projeden sonra zaten çılgın sanatsal İnşaatlar ortaya çıktı.
(Safa Ahmet Gürbüz aynı zamanda inşaat sektörünün "Picasso"su olarak da biliniyor.)
Peki Afrika projeleriniz hakkında konuşacak olursak, neler söylersiniz?
Şimdi burada Afrika sineması hakkında konuşacağım ama olmayacak.Peki neden?Afrika sineması olmuyor.Olduramıyoruz. Nedenine baktığımızda şunu görüyoruz: Yönetmen aç, sanat yönetmeni aç, görüntü yönetmeni aç, kameraman ölmüş..E nasıl olsun burada sinema?
Şimdi, windsurfing bildiğiniz gibi, ya okyanusta ya da denizde yapılır ve rüzgar gerektirir. Ben barış elçisi misyonuna sahip biri olduğum için, sadece denize ya da okyanusa kıyısı olan ülkelere değil de, aç, yoksul, windsurf görmemiş ülkelere de hizmet götürmek istedim. İyi bir insanım neticede. Bu insanları windsurf’le tanıştırmak için oraya windsurf tahtalarımızı götürdük ve bunları toprağa sapladık. Tabi sapladıktan sonra çıkarmadığımız için bunları Afrikalılara hediye olarak verdik.Ertesi yıl gittiğimizde sapladığımız tahtaların yenmiş olduğunu gördük.
Müzisyen yönünüzü ele alalım biraz da.
Müzisyen yönüm darken şu şekilde, sanat yönetmenleri genelde müziği seçmekle uğraşırlar. Ben seçmem, kendi müziğimi kendim yaparım.Çok önemli bir özelliğim vardır mesela, tüm telli çalgıları çalabiliyorum ben.Mesela ukuleleyi ben icat ettim.Nasıl olduğunu anlatmayayım şimdi, uzun sürer.
Alakasız olacak ancak illuminati hakkında ne söylersiniz?
Şimdi illuminati, aslında arapça kökenli bir kelimedir.Herkes bunun latince olduğunu söyler ama, bu yanlıştır.Şöyle ki; “ilm-ü âti”dir onun aslı, yani “geleceğin ilmi”. Ancak Latinler, çok hırslı insanlar oldukları için bu ifadeyi çalarak kendilerine uydurmuşlardır. Özünde iyidir yani illuminati, sıkıntı yok.Arapça sonuçta.
Türk Sineması ve Yeşilçam hakkında ne söylersiniz?
Allah belalarını versin.
Ekonomi ve siyaset hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi.
Peki Safa Bey, Ahmet mi Safa mı?
Sana hangisi lazım?
Bir Genç Adam olarak, en derin hüznünüz bir reddedilmişlik midir, yoksa boğazınızda düğümlenen bir soru mu?
Sorular önce boğazıma takıldı, sonra ben öyle olunca kendi kendimi reddettim. O da güzel, onu da bir deneyin derim ben.
Blogumuzu takip ediyor musunuz?
Blogunuzu bazen takip ediyorum ama, yani.. Bi kaç eleman var orada, anladığım kadarıyla genç bunlar. Yani genç adamlar, evet benim çıkarırım böyle.
Okuyucularımıza önerileriniz nelerdir?
Okuyucularınız, okusunlar.Ve okumak, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.
Gençler de okusunlar ama fazla okumasınlar, sonuçta inşaat işindeyiz, çimento taşıyacak adama da ihtiyacım oluyor benim. Bu uyarımı dikkate alsınlar.
↧